İcatlar Ekonomisi
Türkiye’de bilim ve teknolojinin gelişmesini sağlamak için her şeyden önce bilim ve teknoloji geliştirecek olan insanların önüne sistemsel kolaylıklar sunmalıyız.
Örneğin bir mucit bir icat yaptı diyelim. Yapması gereken şey patent enstitüsüne başvurması ve ulusal patent almak için yaklaşık bir buçuk yıl beklemesidir.
Bu, sadece Türkiye içerisinde belirli bir süre boyunca icadının korunmasını sağlar ancak günümüzdeki teknoloji o kadar küresel bir hâl aldı ki bir icadın sadece tek bir ülkede korunması hiçbir anlam ifade etmemektedir. Yani ulusal patentler giderek anlamını yitirmektedir. Böyle olduğu hâlde sadece Türkiye içerisinde patent almak bile çok zorlu ve uzun bir süreç gerektiriyor.
Günümüzde teknoloji ve iletişim araçları o kadar hızlandı ki bir teknoloji icat edildiği zaman piyasaya hâkim olabilmesi için çok hızlı bir şekilde dünyaya açılması gerekiyor. Hatta bazı zamanlar mucitler ve araştırmacılar icatlarını hayata geçirmek için zamanla yarışıyorlar.
Eğer yeterli bilimsel bilgi varsa ve toplum içerisinde belirli bir ihtiyaç doğmuşsa, bir icadın yapılması kaçınılmazdır. Böyle durumlarda bir tek icat aynı dönemde birçok farklı insan tarafından icat edilebilir. Bir icat yapıldığında birçok insanın “Bu benim daha önce aklıma gelmişti,” diye tepki vermesi bunun bir sonucudur çünkü ortada çözülmesi gereken bir problem vardır ve eninde sonunda bunu birisi çözecektir. Esasında bu bir zaman yarışıdır. Haftaların, günlerin hatta saatlerin bile önem kazandığı böyle bir süreç içerisinde, bir tek patent başvurusunun tamamlanmasının bir buçuk yıl sürmesi, Türkiye’de teknolojinin gelişmesinin önündeki en büyük engeldir.
Bilim ve teknoloji tarihine baktığımızda hemen hemen aynı süreç içerisinde yapılmış keşiflere çok sık rastlıyoruz. Mesela telefonu aynı dönem içerisinde birçok farklı kişi, birçok farklı yerde, aynı anda icat etmiştir. Hatta bu mucitlerin iki tanesi patent başvurusunu birbirlerinden sadece birkaç saat arayla yapmışlardır. Neptün gezegeni bile farklı yerlerde, farklı gök bilimciler tarafından aynı anda keşfedilmiştir. Fotoğraf makinesi de hakeza farklı ülkeler ve farklı şehirlerde yaşayan 4 kişi tarafından aynı dönemde icat edilmiştir.
Aklınıza gelen veya gelmeyen yüzlerce hatta binlerce farklı keşif, farklı yerlerde farklı kişiler tarafından aynı dönem içerisinde icat edilebiliyor. Hâl böyleyken bizim icat ve keşif tescil süreçlerini uzatmamız, karmaşık hâle getirmemiz ve bu süreçleri kendi akışına bırakmamız ülke açısından birçok mucidimizi ve kâşifimizi mağdur etmemiz anlamına geliyor.
Yapmamız gereken şey ulusal patent sistemimizi tamamıyla ücretsiz hâle getirmek, son derece hızlı çalışır bir vaziyete sokmak, eğer söz konusu fikrin eksikleri varsa tamamlanması için devlet olarak her türlü çabayı göstermek ve ulusal patent sistemimizi uluslararası patent sistemine çok hızlı bir şekilde entegre etmektir.
Bugün patent almak isteyen bir Türk, belirli bir miktarda ücret yatırdıktan sonra icadını belirli yazı ve sayfa kurallarına göre düzenleyip patent kurumuna göndermeli ve başvurunun kabul edilmesini beklemelidir. Dünyanın en kapsamlı icadını da yapsanız eğer patent bürosunun koymuş olduğu aşırı resmî yazı kurallarını ve istenen aşırı resmî ifade biçimini sağlayamazsanız, tekbir yanlışlıktan dolayı bile dosyanız reddedilebilir ve siz süreci tekrarlamak zorunda kalırsınız.
Patent ofisinin istediği şekilde bir dosya hazırlamak bile başlı başına büyük bir külfettir ve birçok insan bu külfeti tek başına yapamadığı için ücretli patent danışmanları tutmak zorunda kalmaktadır.
Bu patent danışmanları, tek bir dosya hazırlayıp bunun takibini yapmak için mucitlerden binlerce lira talep etmektedir. Oysa devlet olarak yapmamız gereken şey, bu patent danışmanlığı hizmetini bizzat vermektir.
Yabancı ülkeler, basit bir fikre bile sınırsız imkân sağlayıp her türlü kolaylığı gösterirken biz fikirleri hayata geçirmek için neden bu kadar çok bürokratik engel koyuyoruz?
Mucit, her şeyin üstesinden gelip bu zorlu süreci başarıyla atlatsa bile patent belgesini alması bir buçuk yıl sürmektedir. Bu bir buçuk yıl içerisinde dünyanın başka yerlerinde başka insanlar çok daha hızlı bir şekilde patentlerini alıp ürünlerini piyasaya çıkarırlarsa ne olacak?
Devlet olarak yapmamız gereken şey bu konuya hassasiyet göstermek, gerekirse icat ve patent konusuna bir bakanlık kadar büyük önem atfetmektir. Bizim insanlarımızdan beklememiz gereken şey sadece ve sadece yeni bir fikir olmalıdır. Yeni bir fikir ortaya atan insanları tespit etmek, bunların elinden tutmak, bu fikrin geliştirilmesi ve hayata geçmesi için her türlü teknik, maddi ve manevi danışmanlığı yapmak ve fikir tamamlandığında anında onu bütün dünyada geçerli hâle getirmek, devlet olarak bizim görevimiz olmalıdır.
Biz Türkiye’de bir fikrin hayata geçme süresini ve zorluğunu ne kadar azaltırsak, Türkiye’nin teknolojik olarak gelişimini de o derece arttırmış oluruz. Biz devlet olarak bu sürece ne kadar çok para yatırır ve ne kadar çok bu sürece destek olursak, piyasaya çıkmış olan icatlar da Türkiye ekonomisine o kadar çok para kazandıracak ve Türkiye’nin gelişimine o kadar çok destek olacaktır.
Mucitlerimize ve bilimsel araştırma yapan araştırmacılarımıza maddi destek, danışmanlık desteği ve bunu uluslararası arenada geçerli kılacak şekilde dil ve entegrasyon desteği sağlamamız gerekiyor. Ortamı o kadar çok müsait hâle getirmeliyiz ki insanlarımızın yapması gereken tek şey ortaya güzel bir fikir atmak olmalı ve bunun layık olduğu değeri göreceğine adı kadar emin olmalı. “Ortaya güzel bir fikir atacaksın ve geriye kalan bütün zorlukları devlet çok kısa bir süre içerisinde senin için halledecek ve fikri hayata geçirecek,” Böyle bir ortamda insanlar fikir üretmeye, icat yapmaya, bilimsel keşifler üretmeye daha yatkın ve daha hevesli olacaklardır.
Esasında Batılı ülkelerde bu işi doğrudan şirketler yapar ve fikir sahiplerinin önüne her türlü imkânı sererler ancak bizim ülkemizdeki şirket patronlarının maalesef böyle bir kültürü yoktur. Bu konuya da ayrıca değinmek gerekiyor. Türkiye’de bilim ve teknolojinin geri kalmasının en büyük sebeplerinden bir tanesi de yatırımcı kategorisinde bulunan insanların her şeyi önlerine hazır beklemeleridir.
Örneğin Türkiye’de ve Amerika’da aklına aynı anda aynı icat gelen iki genç düşünelim: Bu gençler yağmur yağarken yağmurun temas ettiği yüzeyde bıraktığı titreşim etkisini, elektrik enerjisine dönüştürecek bir sistem tasarlamış olsunlar.
Amerika’da aklına böyle bir fikir gelen genç, doğrudan söz konusu alanla ilgili çalışan herhangi bir şirkete gidip fikrini anlattığı zaman bu şirket hemen konunun teknik uzmanlarını çağırıyor, fikri değerlendiriyor ve eğer hayata geçme potansiyeli varsa bu fikri hemen hayata geçirmeye çalışıyor. Bu genci yanlarında tutmak için öncelikle ona para veriyorlar. O genci laboratuvarlarına alıyorlar ve sınırsız bir destekle bütün masrafları karşılayarak teknik uzmanların bu fikri bir prototip hâline getirmesini sağlıyorlar. Çok kısa bir süre içerisinde prototip hazırlanıyor ve deneniyor. Eğer beklendiği gibi çalışıyorsa mucidin yaşına veya vasfına bakmadan hemen çok yüksek meblağlarda paralar karşılığında anlaşmaya varılıyor. Prototip beklendiği gibi çalışmasa bile bu fikrin geliştirilmesi için ellerinden geleni yapıyorlar.
Böylece fikir üreten Amerikalı genç çok kısa bir süre içerisinde pek fazla zahmete katlanmadan icadını hayata geçirmiş olur ve karşılığında çok yüksek paralar kazanır.
Türkiye’de ise durum nasıl gerçekleşiyor biliyor musunuz?
Aklına fikir gelen gencimiz, söz konusu alanda çalışan bir firmaya gidiyor. (Söz konusu alanda çalışan bir firma bulabilirse…)
Firmanın patronları ile görüşebilmek için bile çok büyük çaba sarf ediyor. Genelde böyle durumlarda şirketin kapısına gelen gencin yaşına, tipine, duruşuna, mesleğine veya okuduğu okuluna dikkat ediliyor. Gencin fikrinden önce sorulan şeyler “Kaç yaşındasın? Ne iş yapıyorsun? Bu konunun uzmanı mısın?” gibi sorular oluyor.
Bütün bu angarya soruları atlatmayı başarıp da şirketin patronu ile görüşmeyi başardığında %99 ihtimalle şirket patronu ona şunları söylüyor:
“Bu fikir bana ne kadara mal olacak? Bunun hesabını yaptın mı? Bunu yapmak için ne kadar para harcayacağım? Ne kadar süre harcayacağım? Bunu piyasaya çıkarttığım zaman kaç paradan satacağım? Bunun seri üretimini yapabilmek için nasıl bir sistem kurmam gerekecek? Böyle bir sistem Türkiye’de var mı? Eğer Türkiye’de böyle bir sistem yoksa ben neden sıfırdan kurarak böyle bir riske gireyim? Ya ürün satılmazsa? Yeni bir alan açmanın risklerini biliyor musun? Ben ne zorluklardan geçtim haberin var mı? Velhasıl sen git bu fikri geliştir, tamamla, ortaya bir prototip çıkar, bu prototipi yaparken de son derece ucuza üretilebilecek şekilde tasarla, ayrıca bir piyasa araştırması yap ve bunu üretebilmek için nasıl bir sistem kurabileceğimizi düşün. Toplamda bütün işi en az parayla halledecek şekilde tasarla ve daha sonra piyasada söz konusu alıcıların bunu ne kadar paraya alabileceğini bul. Kısacası bu fikri hemen yarın uygulamaya konabilecek şekilde tamamla bana öyle getir.”
Bu size ilginç gelebilir ancak durum şu ki bir şirket patronunun bu son söylediğimiz aşamayı kabul etmesi bile büyük bir lütuftur. Genellikle Türkiye’deki teknoloji şirketi patronları, yurt dışından aldıkları ürünleri montajlayıp birleştirir ve burada satarak para kazanırlar.
Türkiye’de yapılmamış, hele hele dünyada hiç kimsenin yapmadığı yepyeni bir şeyi yapıp bunu piyasaya sürme ve seri üretime geçirme fikri bu tarz insanları ölesiye korkutur.
Türkiye’deki patronların zihniyetine göre bir işe girmek için daha önce başkalarının o işe girmiş olması, onu defalarca kere denemiş olması ve para kazandıracağı garanti olması gerekir.
Siz hiç Türkiye’de daha önce dünyanın hiçbir yerinde yapılmamış yepyeni bir teknolojik icadın hayata geçirilip, seri üretime alınıp dünyaya satıldığını ve bundan para kazanıldığını duydunuz mu?
Duymadınız çünkü fikir icat eden insanlar, şirket patronları ile görüşmeye gittiklerinde biraz önceki diyaloğa maruz kalıyorlar. Bu zorlu ve yıpratıcı süreç içerisinde fikir sahibi mucitlerin büyük bir çoğunluğu uzmanı olmadığı alanlarda bilgi edinmek zorunda kalıyor ve uzmanı olmadığı konularda başarı kazanması bekleniyor.
Türkiye’deki fikir sahibi gencimiz, biraz önce örneğini verdiğimiz icadın maliyetini, seri üretim şeklini, piyasasını ve her türlü hesabını yapmaya çalışırken araştırmalarla, görüşmelerle, prototip denemelerini yapmakla ve bu süreç içerisinde söz konusu yatırımcıları ikna etmekle uğraşırken Amerika’daki fikir sahibi gencimiz çoktan ödüller almaya, medyaya çıkıp alkışlanmaya, birçok yerden yeni teklifler almaya ve kazandığı parayla yeni icatlar yapmaya yelken açtı bile.
İnsanların son derece yanlış bildiği bir konuyu burada düzeltmemiz gerekiyor. Bir insanın bir konuda fikir ortaya atabilmesi için illaki o konunun profesörü olmasına gerek yok.
Albert Einstein görelilik teorisini ortaya attığında 20’li yaşlarında bir gençti ve fizik profesörü değildi.
Edison icatlar yaparken ve fikirler ortaya atarken hiç kimse ona “Sen bu alanın üniversitesini okudun mu acaba?” diye sormuyordu.
Tesla, elektronik konusunda devrim yaparken işsiz ve vasıfsız bir gençti.
Elon Musk, dünyanın en yenilikçi uzay şirketini kurduğunda astrofizik veya roket bilimi konusunda hiçbir uzmanlığı yoktu.
Türkiye’deki insanların bunu kafasına çok iyi bir şekilde kazıması gerekiyor. Bir insanın fikrini değerlendirirken sadece fikrini değerlendirmeliyiz. Bir fikri değerlendirmeden önce onu ortaya atanın okuduğu okulu, uzmanlık alanını, vasıflarını, geçmişte yaptığı başarıları sormak ve bu fikri buna göre değerlendirmek yapılabilecek en büyük hatadır.
Bu hatayı kendisine “Bilim ve Teknoloji Kurulu” diyen kurumlar bile yapıyor. Belirli bir konuda proje yarışması veya fikir kabulü yapacakken projelerin kalitesinden önce söz konusu kişilerin okudukları okulları ve uzmanlık alanlarını dikkate alıyorlar.
Elektrik konusundaki icatları kabul ederken insanlardan elektrik bölümü diploması istenseydi, Tesla’nın hiçbir icadı hayata geçmezdi.
Bizler, zaman içinde özel sektöre böyle bir anlayış kazandırırken bir yandan devletin de bu işte birinci dereceden katılımcı olmasını sağlamalıyız. Devlet yüksek kaynaklarla ve öncelikle bir buluş kurumu kurmalı ve ülkede hayata geçirilebilir fikri olan her vatandaşı buraya davet etmelidir. Bu kuruma getirilen fikirler en hızlı şekilde uzman kişiler tarafından incelenmeli, planlanmalı ve gerçekten piyasaya sürüldüğünde kâr getirebileceği saptanırsa bu kişilere yatırım yapmalı ve şirketler kurulmalıdır. Yarı yarıya devlet ortaklığı ile kurulan bu şirketler büyüdükçe ve dünyaya açıldıkça bizzat devlet de bundan yüksek meblağlarda kâr edecektir.
Elbette bazı fikirlerin hayata geçmesi riskli olabilir. Bazı şirketler batabilir ve işler yolunda gitmeyebilir. Ancak genel olarak baktığımız zaman yenilikçi ve piyasaya uygulanabilir teknolojik fikirlere yatırılan paralar hiçbir zaman boşa gitmemiştir. Devlet, parasını klasik bir işe yatırdığı zaman o klasik işte de maliyetlerin artması ve devletin zarara uğraması riski vardır ancak teknolojiye ve inovasyona yatırılan paralarda başarısızlık oranları çok daha düşük, kazanç oranları çok daha yüksektir.
En olumsuz tabloyu düşünelim. Batılı ülkelerin ekonomilerinin yaslandığı dev teknoloji şirketlerine baktığımız zaman nasıl bir sonuca varıyoruz? Eğer 100 tane teknolojik fikre yatırım yapsak ve bunların 99 tanesi batsa ne olur? Bugün 100 gerçekçi inovatif iş fikrinden hemen hemen 70 tanesinin büyümekte ve gelişmekte olduğunu biliyoruz. Ancak yine de kötümser olup yüz iş fikrinden 99’unun battığını varsaysak bile geri kalan bir tanesinin Avrupa’nın dev teknoloji şirketleri gibi büyümesi, yatırılan paranın yüzlerce hatta binlerce katının devlete geri dönmesi anlamına gelir.
Bugün akıllı telefon şirketleri veya sosyal iletişim için kullanılan yazılım şirketleri, tek başına ülkelerden daha büyük zenginliğe sahiptir. Biz bu örneklerde olduğu gibi dünya çapında bir tek marka bile yaratabilmiş değiliz. Bütün bu çabalarımızın sonucunda on binlerce iş ve şirket denememiz boşa gitse ve sadece birkaç tane böyle marka yaratabilsek bile bu durum Türk ekonomisini şu anda mevcut bulunduğu noktadan çok ancak çok ileriye taşıyacaktır.
Bilim ve teknolojiye yatırılan para, bilim ve teknolojiye verilen değer, hiçbir zaman ancak hiçbir zaman devletlere ve milletlere zarar getirmemiş, aksine birçok büyük devlet ve millet bu alana verilen değer sayesinde ileriye gitmiştir.
İcatlar yapıp, teknoloji üretip, dünyaya teknoloji satmak; ülkemizde devasa endüstrilerin kurulması demektir. Bu devasa endüstriler, bünyesinde çalışan on binlerce ve yüz binlerce yeni işçi demektir. Teknolojiye yaptığımız yatırım, aynı zamanda bize istihdam olarak da geri dönüş sağlayacaktır.
Bizler sanayimizi yüksek teknoloji üretimi üzerine kurup bundan beklediğimiz yüksek kazancı sağladığımızda bu durum ülkemizin diğer sektörlerini de kaçınılmaz olarak etkileyecektir. Bugün ülkemizde klasik anlamda üretim yapan sanayicilerin üretim yapmak için kullandığı makinelerin büyük bir çoğunluğu yurt dışında üretilmektedir. Bir sanayi tesisinin kâr edebilmesi için en başta onun kurulum maliyetlerinin düşük olması gerekir ve bizim ülkemizdeki kurulum maliyetlerinin büyük bir çoğunluğu da yabancı ülkelerden yüksek fiyatlara alınan bu üretim makinelerine harcanmaktadır. Bizler teknoloji geliştirdikçe kullandığımız bütün makineleri ve aletleri kendimiz yapabilir hâle geleceğiz. Bu durum sanayi tesislerimizin kurulum ve işletme masraflarını düşürecek, böylece kârlılık oranlarını arttıracaktır.
Daha önce bahsettiğimiz limitli yapay zekâ ve robotik teknoloji sayesinde insansız sistemler yaygınlaşacak, böylece sanayi tesislerimizde üretim hızı ve ürün kalitesi artacaktır. Kurulum maliyeti ve işletme maliyeti çok düşük olan son derece az masrafla, yüksek kaliteli, hızlı ve bol ürün üreten endüstrilere sahip olduğumuz zaman bu durum hem devletimizi hem sanayicilerimizi hem de halkımızı daha refah bir yaşam düzeyine ulaştıracaktır. Ucuzluk ve bolluk, piyasalara hâkim olacak, Türk ülkesi yaşam standartları bakımından dünyanın ötesine geçecektir.
Bilimsel Araştırma
Bilim, Teknoloji ve Sanayi Bakanlıkları; bilimsel araştırmaların daha hızlı gelişmesi için en kısa zamanda büyük bilimsel araştırma tesisleri kurmalıdır. Bu işi sadece üniversitelere havale etmek, sürecin ilk aşamalarında yetersiz kalacaktır. Zira ülkemizdeki üniversitelerde bilimsel verim oranı çok düşüktür ve akademisyenlerin çoğu, doğru düzgün bir bilimsel gerçeklik ortaya koyamadan ömrünü bitirmektedir. Makalelerde intihal yani sahtekârlık diz boyudur ve uluslararası atıf almada son sıralardadır.
Diğer yandan herkesi üniversitelere sokmak ve mezun olduktan sonra kendi işini yapamayacağını bile bile herkese diploma dağıtmak yapılabilecek en büyük yanlıştır. Ülkenin ihtiyacına göre üniversiteler mezun vermeli ve elit bir eğitim sağlanmalıdır. Bir üniversiteyi dünyanın en iyileri listesinde görmüyorsak ve bu üniversite bize her yıl sayısız bilimsel keşif kazandırmıyorsa o hâlde ne işe yarar ki? Beton bir binadan ve diploma sahtekârlığı merkezi olmaktan başka? Amerika’daki tek bir üniversitenin tek bir bölümünün bilimsel başarı ve ödül sayısı, bizim 200 küsur üniversitemizden daha fazla ise bu beton binalara üniversite demek bile hakaret sayılmalıdır.
Velhasıl bu konuya daha sonra değineceğiz.
Bugün İsviçre’de bulunan devasa parçacık hızlandırıcı laboratuvarını (CERN) düşünelim. Bilim insanları orada dünya çapında bilimsel keşifler elde etmektedir.
Peki, bizim ülkemizde böyle devasa bir tesis var mı?
Birkaç üniversitenin birkaç bölümünde böyle küçük çaplı şeyler deneniyor ancak bunlar tamamen yetersiz. Bugün Türkiye’nin hiçbir üniversitesinde devasa bilimsel araştırmalar yürütecek imkânlar ve tesisler yoktur. Küçük ve kısıtlı laboratuvarlar bizim bilimsel gelişmemizi de kısıtlamaktadır.
Teknoloji geliştiren mucitlere nasıl ki bir yatırımcı edasıyla devlet destek verecekse, bilim geliştiren araştırmacılara da aynı şekilde söz konusu bakanlığımız tarafından destekler verilmelidir.
Örneğin bir bilim insanımız tıpkı bir mucidin bir yatırımcıya başvurduğu gibi bakanlığın söz konusu birimine başvurup araştırmak istediği bilim dalını sunup bu konuda büyük küçük demeden, bürokrasi ile yıllarca bekletilmeden, cömertçe ve idealist bir şekilde yatırım almalıdır.
Bilime yatırılan para, teknolojiye yatırılan para gibi kısa vadede geri dönüş sağlamayabilir ancak bu durum hiç kimsenin gözünü korkutmasın çünkü teknolojinin gelişebilmesi için bilimsel bilgiye ihtiyaç vardır. Bilime yatırılan para, çok kısa vadede değil belki ancak uzun vadede teknolojik üretimin katlanarak artmasına sebep olacaktır.
Olaya sadece teknoloji gözüyle de bakmamak gerek. Bilimin gelişmesi ve insanın dünyaya ve evrene dair elindeki bilgilerin artması bizi hayatın her alanında bir üst seviyeye çıkaracaktır. Bilim ve Teknoloji Bakanlığına bağlı devasa araştırma tesisleri kurulması ve buralarda bilimsel projeleri olan araştırmacılara sınırsız kaynaklar ayrılması, dünya çapında gözlemevleri, parçacık hızlandırıcıları, deneysel reaktörler, nanoteknoloji laboratuvarları, genetik mühendislik birimleri kurulması, bize sadece bilimde ilerlemeyi değil aynı zamanda şu an mevcut bulunan tehlikelerden ve sıkıntılardan kurtulmayı da sağlar.
Örneğin, 2020 yılında dünyayı kasıp kavuran Corona virüsü ile nasıl mücadele ettik? Eğer çok önceden hazırlanmış, çok büyük kaynaklarla desteklenmiş bir biyoteknoloji laboratuvarımız olsaydı ve biz bu laboratuvarda, dünya üzerinde bilinen bütün mikroorganizmaların üzerinde deneyler yapıyor olsaydık, söz konusu tehditlere karşı çok önceden planlanmış tedbirlerimiz olsaydı, belki de bu hastalık çıktığı anda ülke olarak çözümünü bulacak ve dünyaya bunun çözümünü sunacaktık.
Bir virüsün, bakterinin, mantarın veya herhangi bir mikroorganizmanın üzerinde deneyler yapmak ve ortaya çıkarabileceği zararları önceden kestirmek için illa dünya çapında bir probleme mi sebep olması gerekir? Elbette hayır.
Ayrıca mikroorganizmalar üzerinde çalışmak bize hiç ummayacağımız yerlerden, ummayacağımız faydalar da sağlayabilir. Örneğin bugün genetik mühendislik teknolojisine çağ açtıran ve gelecekte birçok hastalığın tedavisinde kullanılacak olan “CRISPR” teknolojisini düşünelim. Bu teknoloji, esasında bir bakteri türünün doğal yaşamında sıklıkla kullandığı bir yöntemdir. Bu bakteriyi inceleyen bilim insanları, bu ilginç DNA düzenleme yöntemini keşfettiler ve kullanmanın bir yolunu buldular. Böylece genetik mühendislikte yepyeni bir dönem başlamış oldu.
Bugün dünyanın birçok yerinde genetik terapilerle hastalıkların tedavi edilmesi deneniyor ve yakın bir zamanda birçok hastalık bu yöntemle tarihe karışacak. Binlerce hatta milyonlarca insan hayatı bu yöntemle kurtarılacak. Yani dışarıdan bakıldığında sadece bir bakteriye mikroskopla bakılıp adına “araştırma” denen olay, uzun vadede insanlığın başındaki birçok probleme çare olacak bir çözüme dönüşüverdi.
İşte esas olay bu. Bizim yapmamız gereken bu. Hiçbir bilimsel araştırmayı küçümsemeden, sınırsız imkânlar sağlamalı ve bunun altyapısını kurmak için yurt çapında devasa bilimsel araştırma merkezleri organize etmeliyiz.
Mesele bilimsel araştırma tesislerinden açılmışken uzay programına da mutlaka değinmeliyiz çünkü Türkiye eğer gelecekte büyük bir güç olmak istiyorsa, uzay programına olabildiğince çok özen göstermelidir.
Tam da bu noktada size bir hikâye anlatalım: Zamanında Barbaros Hayrettin Paşa denilen bir denizci varmış. Bu denizci, devrin sultanı olan Sultan Süleyman Han’ın huzuruna çıkmak istemiş. Sebebini sorduklarında ise konunun çok acil ve hayati derecede önem arz ettiğini söylemiş. Hâl böyle olunca padişah bu paşayı derhâl huzuruna çağırmış ve ona bu kadar önemli olan şeyin ne olduğunu sormuş. Paşa büyük bir heyecanla gelecekte büyük felaketlerin yaşanacağını ve derhâl tedbir alınması gerektiğini söylemiş. Padişah iyice meraklanmış ve durumun ayrıntılarını sormaya başlamış.
Barbaros Hayrettin Paşa ise anlatmaya başlamış. “Hünkârım, bu Batılılar yeni yeni dünyalar keşfediyorlar. Adına Amerika diyorlar; Kolomb ülkesi diyorlar. Bu yeni dünyalar o kadar büyük ki şu an yaşadığımız toprakların belki de onlarca katı. Bu topraklardan öyle büyük zenginlikler çıkarıyorlar ki gelecekte bizim imparatorluğumuzdan kat kat daha zengin olacaklar ve böylece gelecekte dünyanın hâkimi onlar olacak. Biz de onların altında ezileceğiz.”
Barbaros Hayrettin Paşa ile padişah arasında böyle bir sohbet gerçekten geçti mi bilemiyoruz ancak hikâyede söylediği her şey bir bir gerçekleşti. Batılılar yeni elde ettikleri dünyalardan insanların aklına hayaline sığamayacak büyük zenginlikler ve kaynaklar edindiler. Bu büyük zenginlikler sayesinde dünyanın en güçlü ülkeleri oldular ve Türkler dünya hâkimiyeti tahtını onlara devretmek zorunda kaldı.
Sadece tahtı devretmekle de kalmadı; büyüyen ve güçlenen bu Avrupa ulusları karşısında defalarca kez mağlup oldu ve sonunda imparatorluk parçalandı.
Bugün aradan yüzlerce yıl geçti ve yeniden tarih tekerrür ediyor.
Batılılar yine yeni dünyalar keşfediyorlar. Adına “Mars” diyorlar, “Ay” diyorlar, “asteroit kuşağı” diyorlar. Yakında oralara ulaşacaklar ve yaşadığımız dünyanın onlarca katı büyüklüğündeki bu yerlerden aklımızın hayalimizin alamayacağı kadar büyük zenginlikler ve kaynaklar elde edecekler.
Türk milletinin evlatları! Eğer biz de bu yarışa dâhil olmazsak, biz de devasa bir uzay programı geliştirip oralara ulaşmazsak, tıpkı geçmişte olduğu gibi yeniden güçsüz düşeceğiz ve aşırı güçlenmiş Batılı ülkelerin karşısında sayısız mağlubiyetler alacağız. Hatta belki de bu sefer fark o kadar çok açılacak ki bir daha asla kapatmak mümkün olmayacak.
Bu bağlamda Türk milletinin ve Türk devletinin üzerine düşen görev, her şeyden önce üzerine çullanmış olan özgüvensizliği yıkmak, halkın, özel sektörün ve devletin zihninde bilime dayanan yeni bir algı dünyası oluşturmak ve bu yolda bütün Dünyanın ilerisine geçmektir.