“Yüzyıllar önce her kudreti ve her milleti mağlup eden Türklerin silinmez hatıraları, şimdi de bütün teşebbüslerimizin önündeki en büyük engeldir. Avrupa’daki her yürekte bu korkuyu seziyorum.”
Avusturyalı General Montecuccoli
Türkler ...
Şüphesiz ki insanlık tarihinin en cesur ve deli dolu milletidir. O kadar farklı ve aykırı bir millettir ki diğer milletler tarafından anlaşılması çok zor olmuştur.
Diğer yandan Türkler, yine hiç şüphe yok ki kendi içerisinde en fazla birbirini yiyen millettir. Dünya üzerinde hiçbir millet, kendi içerisinde bu kadar çok savaşmamıştır. Ancak yine de yaptıkları savaşların çok az bir kısmını oluşturmasına rağmen insanlığın geri kalanına karşı yaptıkları savaşlar sonucunda yüzlerce devlet ve imparatorluk kurulmuş, yüzlercesi yıkılmış ve sayısız galibiyet kazanılmıştır.
Türkler, insanlık tarihini baştan başa değiştirmişlerdir. Avrasya kıtasında yaşamış olan milletlerin hemen hepsinin tarihine girmeyi başarmış tek bir millet varsa o da Türk milletidir. Öyle ki Türkler olmadan bir insanlık tarihi yazmak mümkün değildir.
Peki, Türkler neden böyledir?
Onları diğerlerinden farklı yapan şey nedir?
Bunun sebebini onların genlerinde ve toplumlarını ortaya çıkaran hayat şartlarında aramak gerekiyor. Arkeologlar, Türklere ait ilk kalıntıların günümüzden 4 bin yıl önce bugünkü Kazakistan ile Sibirya coğrafyası arasında bulunduğunu tespit ettiler. DNA araştırmacıları ise Türklere has olan gen izlerini günümüzden 12 bin yıl öncesine kadar tespit edebiliyorlar. Bütün bu bilgiler, Türklerin dünyadaki en köklü milletlerden olduğunu bize gösteriyor ancak ne yazık ki Türkler uzun bir müddet boyunca kendi tarihlerini kaydetmemişlerdir ve kayıt tutma geleneği oluşturma konusunda diğer birçok milletin gerisinde kalmışlardır. Bu yüzden Türklerin tarihini daima başka milletlerin kayıtlarından öğrenmek zorunda kalıyoruz.
Türkler hakkındaki en eski bilgilere Antik Çağ’da yaşamış olan devletlerde rastlıyoruz.
Milattan önce 1300 yıllarda Antik Yunanlar ve o dönem Mezopotamya’da yaşayan diğer milletler, Kafkasların kuzeyinde bulunan geniş bozkırlardan “göçebe, okçu ve savaşçı bir kabilenin” geldiğini ve bu bölgeyi istila ettiğini yazarlar. Bozkırlardan gelen ve okla savaşan bu göçebe savaşçılar, Kafkas dağlarını aşıp Doğu Anadolu Bölgesi’ne yerleştiler ve buradaki halklara uzun yıllar boyunca kök söktürdüler.
Peki, bu göçebe savaşçılar Türk müydü? Bunu nasıl anlarız?
Birçok tarihçi, o dönemde yaşayan göçebe savaşçıların dillerini, kültürlerini ve yaşam biçimlerini araştırmışlardır. Kültürleri ve yaşam biçimleri kesinlikle bozkırların göçebe yaşam biçimine uygundu ancak dilleri konusunda çok kesin bulgulara rastlanamadı çünkü bu insanlar sürekli göç ettikleri için çok fazla dil konuşuyorlardı ve işin kötü yanı, daha önce bahsettiğimiz gibi hiçbir kayıt tutmuyorlardı. Onların dillerine ait olan ipuçlarını başka milletlerin yazıtlarından zorlukla seçebiliyoruz.
Son zamanlarda gelişen DNA analiz teknolojileri sayesinde eski mezarlardaki gen örneklerine bakarak bu insanların akrabalık ilişkilerini, soy köklerini rahatça tespit edebiliyor ve hangi ırka ait olduklarını çoğunlukla çözebiliyoruz.
Birbirine yakın dönemlerde yaşamış olan Kimmerler, İskitler ve Sarmatyalıların kurganlarında (mezarlarında) bulunan DNA kalıntıları analiz edildiğinde gerçekten de bu insanların genlerinde, sadece Ural-Altay ırkına, yani Türklere ve akrabalarına has bazı gen izleri tespit edilmiştir.
Bozkırların göçebe savaşçıları bir araya gelip tek bir güç oldukları zaman etraflarındaki milletlere her zaman dehşet saçmışlar ancak tarihlerine genel olarak bakarak söyleyebiliriz ki bunu nadiren yapabilmişlerdir. Türklerin ve Türklerin ırkdaşı olan göçebe bozkır savaşçı kabilelerinin tarihleri, büyük çoğunlukla kendi içlerindeki çekişmelerden ibarettir.
Bu durumu anlamak için bozkırdaki göçebe savaşçıların yaşadığı ortamı ve yaşam biçimlerini çok iyi bilmek gerekiyor.
Uçsuz bucaksız bozkırda genellikle çadırlarda yaşayan bu ırk; tarım yapmıyor, bunun yerine hayvancılıkla, ticaretle ve savaş ganimetleri ile geçimini sağlıyordu. Tarım yapmadıkları için kalabalık nüfusları besleyemiyorlar, bu sebeple de geniş coğrafyalara yayılıp küçük aileler ve boylar hâlinde hareket ediyorlardı. Bu da her bir ailenin ve her bir boyun, kendi yaşam kavgasını kendisinin yürütmesi anlamına geliyordu.
Bozkırın sert iklimi sebebiyle besin kaynakları kısıtlı olduğu için sık sık bu boylar birbirleri ile savaşıyor birbirlerinin elindeki zenginlikleri elde etmek için mücadele ediyorlardı. Bu da çok hızlı, sert ve acımasız savaşçılar olmayı gerektiriyordu. Aksi hâlde hayatta kalmak mümkün değildi. Bozkır savaşçıları, en büyük savaş pratiklerini kendi içlerinde yapıyorlar ve sürekli at üzerinde bulundukları için atlı savaş tekniklerini, başka milletlerin hayal dahi edemeyeceği bir düzeyde kullanıyorlardı.
Normalde okçuluk çok zor bir iştir. Bir sanattır. Sabit hâlde duran bir okçunun hareket halindeki bir hedefi vurması çok büyük pratik ve hesaplama ister.
Bu göçebe savaşçılar ise durumu bir adım öteye götürüp at üstünde kendileri hareket halindeyken hareket hâlinde olan başka hedeflere ok atmayı öğrenmişler ve bu konuda benzersiz hâle gelmişlerdi.
“Atlı okçuluk” bozkırların göçebe ırkının en önemli özelliği hâline geldi. Binlerce, on binlerce kişilik bir süvari ordusunun yıldırım hızıyla ülkeler aşıp, ani baskınlar yapıp, hareket halindeyken düşmanlarını ok yağmuruna tuttuklarını bir hayal edin. Ne peşine düşüp yakalamak mümkün, ne de dönüp kaçabilmek mümkün.
Bazen bu boyların arasında yapılan savaşlar sonucunda bir tek boy, diğer bütün bozkır savaşçılarını hükmü altına alıyor ve bir “Bozkır İmparatorluğu” kuruyordu. Bu çok nadiren oluyordu çünkü mevsimsel değişiklikler, ekonomik dalgalanmalar, açlık, kıtlık veya liderlerin ölümünden sonra ortaya çıkan hâkimiyet savaşları, sürekli olarak boylar arasındaki dengelerin bozulmasına sebep oluyordu.
Yine de göçebelerin birleşip tek bir bayrak altında toplandığı ve tek bir devlet hâline dönüştüğü bu dönemler, insanlık tarihinin gidişatına doğrudan etki ediyordu.
İskitlerden sonra Hunlara kadar bozkırlarda büyük ve kayıtlara geçmiş bir devlete dair henüz elimizde kesin veriler yok. Sadece, Makedonyalı İskender’in Orta Asya’ya geldiği zaman orada yaşayan halklarla çok çetin mücadeleler içerisine girdiğini ve birbirinden bağımsız boylar hâlinde yaşayan bu milletin, İskender’in ordusuna karşı çok çetin bir direniş sergilediğini biliyoruz. Makedonyalı İskender, Orta Asya’nın verimsiz çorak topraklarında elde edecek bir ganimet olmadığı ve karşısındaki düşman çok çetin gerilla harbi yaptığı için bu savaşı sürdürmeyi anlamsız buldu. Savaşı bir türlü kazanamıyordu ve kazansaydı bile elde edebileceği hiçbir kazanım yoktu. Bu yüzden ordularının yönünü Hindistan’a çevirdi ve bu bölgeye bir daha gelmedi.
Orta Asya’nın göçebe savaşçılarından en fazla zarar gören millet, hiç şüphesiz Çinlilerdir. Çinliler, Orta Asya’nın göçebe savaşçılarından o kadar çok fazla saldırıya maruz kalmıştır ve bundan o kadar çok canları yanmıştır ki bu göçebeleri durdurmak için dünyanın en büyük inşasını gerçekleştirip Çin Seddi’ni yapmışlardır. Çin Seddi’nin yapımı, neredeyse 100 yıl sürmüştür. Bu, göçebe milletin etraftaki ülkelere ne kadar çok saldırı yaptığını, ne kadar çok can yaktığını ve ne derece inatçı savaşçılar olduğunu anlamamız için çok önemli ve güzel bir örnektir. Aynı şekilde, İran’ın kuzeydoğusunda yaşayan halklarında Orta Asyalı göçebelere karşı setler kurduğunu biliyoruz. Ancak bu setler tarihin hiçbir döneminde göçebe akınlarını durdurmaya yetmemiştir.
Hunlara dair ilk tarihi kayıtlar, milattan önce 1200 yıllarına kadar uzansa da Hunların bozkırlardaki göçebeleri bir araya getirip tek bir büyük imparatorluk kurması, milattan önce 3. yüzyıla rastlamaktadır.
Milattan önce 3. yüzyılda Teoman adında bir yabgu (lider) bütün bozkır kabilelerini tek bir devlet altında toplamayı başardı ve bütün göçebe savaşçıları emri altına aldı.
Bozkırdaki göçebe kabilelerin tek bir lider altında toplanması, başta Çinliler olmak üzere etrafta bulunan bütün ülkeleri dehşete düşürdü çünkü zaten küçük gruplar hâlinde yaşarken bile etraftaki ülkeleri tir tir titretiyorlardı. Bir de üstüne, birleşip tek bir güç olduklarında ortaya çıkarabilecekleri durum hayal dahi edilemezdi. Hunların birliğini bozmak ve bu tehdidi ortadan kaldırmak için özellikle Çinliler hemen çalışmalara başladılar. Hunların arasına ajanlar gönderdiler, önde gelenlerine hediyeler gönderdiler ve ikilik çıkması için birçok farklı boy liderine rüşvet teklif ettiler. Hatta bizzat Teoman’ın karısı olması için hanedan mensubu Çinli kadınları hediye olarak gönderdiler. Bu kadınlar, imparatorluğu içerden yıkmak için ellerinden ne geliyorsa yaptılar.
Çinliler kısmen başarılı da oldular. Teoman’a verdikleri Çinli kadınlar, Teoman’dan bir oğul doğurmuştu. Çinli ajanlar, Teoman’dan sonra devletin başına bu çocuğun geçmesi için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Teoman da bu entrikalara kapılıyordu. Türk bir kadından doğmuş olan diğer oğlu Metehan ise tahtın esas varisiydi. Babasının Çin ajanlarına kandığını, kendisi için umut olmadığını ve devleti Çinli ajanların ele geçirdiğini gören Metehan, silahlı mücadele yolunu seçerek kendi ordusunu toplamaya başladı.
Yaklaşık 10 bin kişilik, her ne olursa olsun emirlere koşulsuz şartsız itaat eden bir ordu kurdu. Bu ordu, o zamana kadar kurulan ordular arasında bilinen en disiplinli ve katı olanıydı.
Metehan’ın çok ilginç bir kişisel özelliğine de değinmeden geçmemeliyiz. Metehan, mucit bir liderdi. Savaşlarda kullanılmak üzere hem hızlı haberleşmenin sağlanması hem de düşmana korku salması için “ıslık çalan ok” icat etti ve savaştan önce yoğun bir şekilde bunun talimini yaptırdı. Ayrıca Metehan yepyeni bir ordu sistemi icat ederek “onlu sistemi” hayata geçirdi ve Metehan’ın icat ettiği bu sistem, modern orduların bugün bile vazgeçilmezidir.
Son derece zeki ve becerikli olduğuna, yaptığı işlere bakarak emin olduğumuz Metehan, kısa sürede toplayıp sıkı bir şekilde eğittiği orduyla babasına karşı bir darbe yaptı ve babasını liderlikten indirdi. Ayrıca babasının Çinli kadınlarını ve onlardan doğan çocukların hepsini öldürdü. Boylar arasındaki birliği yeniden sağladı ve mutlak otoritesini pekiştirdi. Daha sonra Çinlilerle olan hesabını görmek üzere hazırlıklar yapmaya başladı.
Metehan’ın kurduğu aşırı disiplinli ordu ve ülkede yönetimi ele alması, o kadar büyük etki yapmıştı ki komşu Çinliler bunu tarihi kayıtlara son derece detaylı bir şekilde geçirdiler. Çinliler çok önceden kendilerine doğru gelen tehlikeyi sezmiş, önlem almaya çalışmış ancak başarısız olmuşlardı. Üstüne üstlük, bu faaliyetleri ters tepmiş ve daha büyük bir düşmanlığı körüklemişti. Artık bozkır savaşçılarının başında Çinlilere ebediyen düşman olacak bir lider vardı.
Metehan, babasından yönetimi yeni aldığı sıralarda otorite boşluğunu fırsat bilen bazı komşu devletler, bunu çok büyük bir zayıflık olarak görmüşlerdi ve Metehan’dan toprak talebinde bulundular. Bu, onların hayatının hatası olacaktı.
Metehan doğrudan kendi hâkimiyeti altında bulunan yerlerde birliği sağladıktan sonra etrafındaki bu devletlerle de hesabını görmeye başladı. İlk önce doğuya gitti ve oradaki bütün toprakları kendi bünyesine kattı.
Ta ki Pasifik okyanusuna kadar…
Doğudaki işini bitiren Metehan, güneybatıdaki komşuları üzerine de sefere çıktı ve hepsini kendisine boyun eğdirdi.
Bozkırlarda hâkimiyetini tamamladıktan kısa süre sonra Çin’e karşı şiddetli bir akın başlattı. Yıldırım hızıyla Çin’in kuzey eyaletlerini ele geçirdi. Bugün Çin’in başkenti olan Pekin topraklarından daha güneye indi ve Sarı Irmak’ı geçerek buradaki birçok kaleyi ele geçirdi. Hatta Çin İmparatoru’nun bizzat kendisinin 320 bin kişilik ordusuyla birlikte sıkışıp kaldığı kaleyi çok az bir kuvvetle kuşattı ve imparatoru ölümle burun buruna getirdi. İmparator kuşatmayı yaramayacağını ve Metehan’a karşı galip gelemeyeceğini anladıktan sonra Metehan’ın kendisini bağışlaması karşılığında yüklü miktarda vergi ve toprak teklif etti. Metehan teklifleri kabul ederek aldığı ganimetlerle birlikte kuzeye doğru çekildi.
Ölmeden önce Metehan’ın Hunları, Asya’nın en büyük ve en güçlü devletiydi.
Metehan, yüzlerce yıllık bozkır göçebe geleneğini devam ettirse de yine de son derece önemli bir olaya imza attı. Bugünkü “Doğu Türkistan” Uygur topraklarında bulunan bir havzaya, kendisine bağlılık yemini eden insanlardan oluşan yerleşik şehir devletleri kurdurdu.
Göçebelerin büyük kağanı Metehan, Türkleri ilk defa yerleşik hayata geçiren kişidir. Elbette ki halkın büyük bir çoğunluğu bozkırlarda göçebe olarak yaşamaya devam ediyordu ancak Metehan, burada küçük bir deneme süreci başlatmıştı. Kim bilir, belki de aklında bozkır göçebelerini şehirlerde yaşatmak, nüfuslarını arttırmak ve dünyanın en büyük ve en güçlü yerleşik ülkesini kurmak vardı. Böyle düşünmesi son derece isabetlidir çünkü Metehan her ne kadar son derece sarsılmaz bir otorite kurmuş olsa da bozkırdaki kabilelerin çok kısa bir süre içerisinde tamamen dağılıp gidebileceğini ve en ufak bir siyasi kaos anında koca bir imparatorluğun hiç yokmuşçasına ortadan kalkacağını biliyordu.
Metehan öldüğünde geriye 14 milyon kilometrekare büyüklüğünde bir imparatorluk bıraktı. Mete’nin ölümünden sonra ise çok geçmeden Hunların içerisinde ayrışmalar başladı. Hunlara biat etmiş bazı boylar başkaldırıyor, birçok yerde çatışma çıkıyor ve en önemlisi de Çinli casuslar Hunların kendi içlerinde birbirlerine düşmesi için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Nihayetinde Çinlilerin bu çalışmaları başarılı oldu ve Büyük Hun İmparatorluğu giderek zayıflayarak darmadağın oldu.
Tarihin bu döneminde Türkler, her zaman olduğu gibi birbirleriyle çekişmeye, birbirlerini yemeye ve birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışmaya devam ettiler ve yıllar böylece geçip gitti.
Çinlilerin tarihi kayıtlarına göre Hunların soyundan gelen “Aşina Klanı” adı verilen bir grup, bozkır göçebelerini tekrar bir araya toplamaya başladı. “Aşina” adını atalarının bir dişi kurttan türediğine inandıkları için almışlardı ve sembolleri de “bozkurt” idi.
Demir ustalığında ilerlemiş olan Aşina klanı, son derece sert ve güçlü savaşçılardan oluşuyordu. Ayrıca diğer zanaat konularında da son derece yetenekliydiler. Daha sonra “Göktürkler” olarak anılacak olan bu klan, kendilerine saygısızlık yapıldığı gerekçesiyle emirleri altında bulundukları Avar boyuna başkaldırdılar ve bağımsızlık ilan ettiler. Bağımsızlık ilanından sonra kısa sürede hâkimiyetlerini pekiştirdiler ve Orta Asya bozkırlarının dört bir yanına yayılmaya başladılar.
Türk tarihinde Metehan nasıl ki çok önemli bir liderse yaptığı büyük icatlar ve hayata geçirdiği askerî ve sosyal sistemler nasıl ki dünya tarihine geçecek kadar önemli ise Göktürklerin de aynı şekilde büyük bir önemi vardır.
Birçok insan siyaseti ve tarihi yalnızca savaşlardan ibaret zanneder. Bir milletin tarihini anlatmak için sürekli “Şu zaman da şu kişi lider oldu, şu savaşı kazandı, bu anlaşmayı yaptı” gibisinden yazıp çizerler ancak önemli olan büyük devletlerin kurulmasının ardında yatan dayanak noktasıdır. Önemli olan o teşkilatlanmayı, o zihniyeti, halkın ve liderlerin içindeki o ruhu anlayabilmektir. Esas odaklanmanız gereken nokta budur.
Göktürklerin Avarlardan ne farkı vardı?
Avarların daha önce kurulan Uygur Devleti’nden ne farkı vardı?
Bizim yapmamız gereken bu farkları bulmak, kimlerin daha teşkilatlı, kimlerin daha sağlam disiplinli olduğunu görmek, bu insanların dünyaya nasıl baktıklarını anlamak ve Türk tarihine yaptıkları yüzyılların ötesine uzanan katkıları bilmektir.
Göktürkler, binlerce yıl boyunca bozkırlarda yaşayan diğer hiç bir Türk boyunun yapmadığı bir şey yapmışlardır. İlk defa kendilerine bir alfabe seçmişler ve bu alfabe ile ilk defa kendi dillerinde geleceğe mesaj bırakmak için anıtlar dikmişlerdir. Böylece Türkler ilk defa kendi isimlerini ve kendi tarihlerini, kendi açılarından yazmaya başladılar. Hislerini, düşüncelerini, inançlarını ve yaşam biçimlerini dünyaya ilan etmek için taşlara kazıdılar. Yapıp ettiklerini, dilden dile dolaşan ve zaman içinde yok olan bir efsane olmaktan çıkarıp tarihi bir gerçeklik olarak geriye bıraktılar.
Orta Asya tarihi bize şunu öğretiyor ki Türklerin tarihinin büyük bir çoğunluğu kendi içlerindeki çekişmelerden ibarettir. Ancak ne zaman bir araya gelmişlerse işte o zaman Dünya tarihini baştan yazmışlardır. Türkler, kendi içlerinde bir ayrışma, bölünme olmadığı ve birlik oldukları zamanlarda asla ama asla dışarıya karşı mağlup olmamışlardır.
Birlik halindeki Türkleri, dünya üzerinde yenebilecek hiçbir ordu yoktur. Türkleri yenmenin tek yolu, onları kendi içlerinde bölmektir.
Bu durumun sadece tek bir istisnası vardır. O da doğa güçleridir.
Birinci Göktürk Devleti’nin zayıflaması ve yıkılması, Türklerin kendi içindeki problemlerden veya düşmanlarının saldırılarından kaynaklanmıyordu. Tam tersine bu meselede insan etkisi pek yoktu. Bu sefer doğanın ortaya koyduğu mevsimsel bir dengesizlik yüzünden Göktürkler zayıf düştü.
Çin kaynaklarında geçtiğine göre Göktürkler, yaşadıkları bölgelerde o kadar sert bir iklim ile karşılaştılar ki ekonomilerini dayandırdıkları hayvanlarının büyük bir çoğunluğu telef oldu. Hatta iş öyle bir yere varmıştı ki koskoca imparatorlukta açlık ve kıtlık baş göstermişti. Çinliler, fırsattan istifade edip bu yaralı kurtların üzerine saldırıya geçtiler ve büyük bir çoğunluğunun yaşadığı bölgeleri ele geçirdiler.
Çin İmparatoru, Türklerin ne kadar tehlikeli olduğunu bildiği için meşru bir lider olarak görülmek istedi ve kendisini “Türklerin Gök Kağanı” ilan etti. Ancak Türkler tarihleri boyunca hiçbir zaman başka milletlerin esareti altında yaşamayı kabul etmemişlerdir. Onlar için sıkıntılarla dolu, sürgünde bir yaşam bile başka bir milletin esareti altında kalmaktan çok iyiydi. Hatta ve hatta başka milletin hâkimiyeti altına girmek şöyle dursun, Türkler kendi ırkından ve kendi neslinden olan başka boyların egemenliği altına girmeyi bile çoğu zaman kabul etmemişlerdir. Sürekli birbirlerini yemelerinin sebebi budur.
Çinliler, başta Türkleri kendi içlerine alarak kalabalık nüfuslarının içinde eritmeyi planlıyorlardı ancak bu planları ters tepti. Onları kendi içlerinde asimile edemedikleri gibi bir de kendi topraklarında çok büyük bir kaos çıkma ihtimalinin olduğunu gördüler. Evet, Çinlilerin tahmin ettiği gibi Türkler rahat durmadılar ve birçok farklı isyan denemesinde bulundular. Bunun en etkili olanı, şüphesiz ki Kürşad’ın sadece 40 kişi ile Çin Sarayı’nı bastığı meşhur ihtilal denemesidir.
Zaten Türklerden yeterince korkan Çinliler, Türklerin devam eden isyan denemelerinden, özellikle de Kürşat’ın başlattığı gözü kara intihar eyleminden öylesine dehşete düştüler ki Türkleri hâkimiyetleri altında uzun süre tutamayacaklarını anladılar. Bu yüzden Çin İmparatoru, Göktürklerin arasından seçtiği bazı temsilcilere, bütün Türklerin Çin Seddi sınırının dışarısına gitmesi ve orada yaşamaları konusunda teklifte bulundu.
Türkleri kendi içlerinde tutup asimile etme planı başarısız olunca Türkleri Çin Seddi’nin dışına atıp birbirleriyle savaştırmanın daha mantıklı olduğuna karar verdiler.
Çin İmparatoru elbette ki Göktürklerin öylesine elini kolunu sallayarak gitmesine ve kendi büyük devletlerini kurmasına izin vermeyecekti. Eğer böyle bir şey olursa şüphesiz ki tekrar Çinlilerin başına bela olacaklardı. Bu intihar demekti. İmparator bunu çok iyi bildiği için Göktürklerin başına kendisine çok sadık bir ajanı yerleştirdi ve bu şahsı “Kağan” (lider) olarak atadı.
Bu sözde Kağan, Göktürklerden toplayabildiği herkesi toplayıp Çin Seddi’nin dışına çıktı ve yaklaşık 30 bin çadırdan oluşan bir bozkır şehri kurdu. Kukla liderin emrinde, Çin İmparatoru’nun sağladığı 40 bin kişilik bir ordu vardı ve Çin İmparatoru’na Çin’in kuzey sınırlarını dışarıdan gelen tehditlere karşı sonsuza kadar koruyacağına dair yemin etmişti.
Çin İmparatoru halinden memnundu. Hem kendi ülkesinin içerisinde bozgunculuk çıkaran Türkleri ülkesinin dışına göndermiş hem onların başına kendisine hizmetçilik edecek bir ajan koymuş hem de onları kendi ülkesinin sınır muhafızı hâline getirmişti.
Daha doğrusu öyle zannediyordu.
Başlarında bir hainin bulunması, onları başka bir millet yapmaya yetmezdi. Türkler eninde sonunda özüne dönecekti ve döndü de. Kısa süre içerisinde beklenen oldu ve Göktürklerin meşhur Aşina klanı, bu sözde lidere isyan ederek onu öldürdü.
Çalkantılı geçen yıllardan sonra Kutluk han Çin’in kuzeyindeki bütün Türkleri tek bir sancak altında toplamayı ve Çin’in kendi üzerlerine gönderdiği bütün orduları bozguna uğratmayı başardı. Ülkesindeki Çinlileri, onların müttefiklerini ve kendi içlerindeki hainleri tek tek yok ettikten sonra Ötüken’de yeniden Göktürk Kağanlığı’nı ilan etti.
Göktürkleri yeniden bir araya getirip tek devlet altında topladığı için Kutluk Han’a “İlteriş Han” (ili, ülkeyi devşiren, toplayan, bir araya getiren) lakabı verildi.
Söz konusu İlteriş Han’a gelmişken burada Vezir Tonyukuk’tan bahsetmeden geçemeyiz çünkü Türklerin ilk yazılı kaynakları olan Göktürk kitabelerini yazdıran kişi Vezir Tonyukuk’tur. Tonyukuk, hem İlteriş Han’a hem de ondan sonra gelen hanlara vezirlik edip onların ordularına komuta etmiş ve Göktürklerin sınırlarını doğuda Pasifik Okyanusu’ndan, batıda Hazar Denizi’ne kadar genişletmiştir. İpek yolunu kontrol altına alıp Türkleri yeniden Asya’nın en büyük ve en güçlü devleti hâline getirmiştir.
Ancak tarih yine tekerrür etti.
Kağan’ın ölmesinden sonra devlet her seferinde yeniden kardeşler arası taht kavgalarına, bunlar üzerinde dönen siyasi çekişmelere ve dolayısıyla kaosa sürüklendi. Ayrıca Çinlilerin desteklediği bazı azınlıklar sürekli isyan ederek devleti çöküşe sürüklediler.
Şu son yazdığımız paragraf, Türklerin Orta Asya’daki 2 bin 500 yıllık tarihinin özetidir.
Birleş, güçlen; Asya’nın hâkimi ol. Sonra Kağan ölünce taht kavgası çıksın. Düşman ülkelerin desteklediği azınlıklar isyan etsin.
Türkler birbirine düşsün ve devlet çöksün. Sonra tekrar birleşme çabaları ve tekrar aynı olaylar; tekrar ve tekrar…
Daha önceki yazılarımızda gelişmişlik, medeniyet ve millî ruh arasında bir denge olduğundan bahsetmiştik. Herhangi bir millet, millî ruhunu koruyup bunu yaparken de medeniyette, bilimde ve teknolojide gelişirse kaçınılmaz olarak ilerleyecek, güçlenecek ve eninde sonunda dünyaya hükmedecektir.
Uygurlardan önce kurulan Türk devletleri, millî ruhlarını aşırı derecede iyi korumuş ve askerî güçleri sayesinde Asya’nın en büyük devletleri olmuşlardı. Ancak bunlar tek başına yetersizdir.
Orta Asya’daki Türk devletleri bilimde ve teknolojide fazla ilerleyememiştir çünkü yazı ve bilgi birikimi olmadan bunu yapmak mümkün değildir. Uygurlar ise bunun tam tersini yaptılar. Okuma ve yazmayı, kayıt tutmayı aşırı derecede yaygınlaştırdılar. Yerleşik hayata geçtiler, nüfuslarını arttırdılar, tarım yaptılar ve medeniyeti gerçekten çok hızlı bir şekilde ilerlettiler.
Ancak ortada bir sorun vardı.
Millî ruhlarını tamamen kaybetmişlerdi.
Bir toplum, istediği kadar teknoloji geliştirsin ve istediği kadar medeniyette ilerlesin eğer millî ruhtan yoksunsa kaçınılmaz olarak güçsüz düşecek en sonunda yok olacaktır.
Bu, temelsiz bir binayı yükseltmeye çalışmak gibidir. Her toplum, kendisini var eden birlikteliği ve bu birlikteliğin özünü korumak zorundadır. Aksi hâlde dağılması kaçınılmazdır.
Uygurların başına da bu geldi.
Evet, okuma yazma oranının aşırı derecede arttığı, birçok yerde kütüphanelerin kurulduğu, hatta matbaanın bile yaygın olarak kullanıldığı Uygur Devleti, kendisine farklı bir din ve farklı bir hayat tarzı benimseyerek millî ruhunu tamamen unuttu. Kısa zaman içinde askerî açıdan güçten düştü ve doğal olarak etraftaki ülkeler tarafından yıkıcı saldırılara uğradı.
Sonuç, tekrar darmadağın olan bir millet.
Velhasıl sadece bilimde ve teknolojide ilerlemek yetmez. Sadece millî ruhu diri tutmak da yetmez. İkisi daima bir arada olmalıdır.
Burada şöyle bir not eklemek gerekiyor: Yüzyıllar boyunca sürekli dağınık yaşayan ancak bütün bu kaosun ardından ortaya çıkan sağlam bir liderle birlikte her seferinde yeniden tek bayrak altında toplanan Türkler, bunu yavaş yavaş inançlarına da yansıtmışlardır. Türkler her kaos döneminin arkasından, onları kurtarmak için büyük bir liderin mutlaka geleceğine inandılar ve buna da “Gökbörü” (Mavi Kurt) adını verdiler.
Bu inanç, Türkleri diri tutuyor ve her ne olursa olsun, ümitsizliğe düşmelerini engelliyordu.