İHTİŞAM VE ZİRVE

Yavuz Sultan Selim, başa geçtiği zaman, ilk işi İstanbul’u terk eden babasını ortadan kaldırmak olmuştur çünkü babası, Şehzade Ahmet’in padişah olmasını istiyordu ve tahtı istemeyerek Yavuz’a bırakmıştı. Etrafında da Yavuz karşıtları toplanıyordu. Bu durum ülkeyi bölebilir ve bir iç savaş çıkarabilirdi.

Yavuz, ikinci iş olarak babası ile birlikte diğer şehzadelerle iş birliği içerisinde olan sadrazam Koca Mustafa Paşa’ya öldürdü. Daha sonra sıra, çeşitli yerlerde görevde olan beş hanedan mensubuna geldi.

Bu esnada insancıl duyguları ağır basan kişiler, Yavuz’u gaddarlıkla suçlayabilir ve Yavuz’u gereksiz yere şehzade öldürmekle suçlayabilirler. Pekâlâ, o hâlde hemen Yavuz’un bir sonraki şehzade katlini inceleyelim.

Yavuz’un ağabeyi olan Korkut, Yavuz tarafından büyük saygı görmüştü ve Saruhan sancak beyi yapılmıştı. Korkut, Yavuz’un padişahlığını tanıdığını ve sonuna kadar ona bağlı kalacağını bildirdi. Daha sonra Yavuz, Korkut’u denemek için farklı paşaların ağzından mektuplar yazdırdı ve padişahlık için destek verileceğini, eğer yeni bir savaş başlatılırsa Yavuz’u devirebileceklerini söyledi. Korkut, bu mektuplara onaylar vaziyette cevap vermiş ve isyan hazırlığına girişmiştir. Bu sebeple yakalanıp öldürülmüştür.

Yavuz Sultan Selim, yine aynı teknikle farklı paşaların ağzından tek rakibi olarak kalan Ahmet’e mektuplar yazdırıp onu ilk fırsatta tüm devlet erkânının taraf değiştireceğine inandırdı ve kendi üzerine gelmesi için ikna etti. Ahmet de ağabeyi Korkut gibi bu mektuplara kanarak Yavuz’un üzerine geldi ve yakalanıp idam edildi. Böylece Yavuz kısa sürede devlet otoritesini ve birliğini tekrar sağlayıp Türk imparatorluğunun tek hâkimi oldu.

Yavuz Sultan Selim başa geçince tez elden savaş hazırlıklarına girişti. Yıllardır dikkat çektiği ve mücadele ettiği doğudaki büyük tehlikeye nihayet son verecekti. Yavuz, acilen ordusunu toplayıp yola çıktı lakin beklemediği gelişmeler oldu. Sefer yolunun uzunluğu ve çetin doğa şartları sebebiyle, orduda birçok asker geri dönmek için homurdanmaya başladı. Hatta bazı başıbozuk çeriler, Yavuz’un çadırına ok atacak kadar ileriye gittiler. Bu kalkışmalara bazı paşalar da destek verince Yavuz, ordusunun karşısına geçip hem cesaret veren hem de meydan okuyan bir konuşma yaptı:

“Şahın askerleri kendi liderleri uğruna can verirken, biz bu sapkınlara karşı mücadele etmek için buralara kadar gelmişken, siz geri dönmek mi istersiniz? Zayıf kalpliler, karılarının yanına dönmek isteyenler kendileri bilirler. Ben tek başıma da giderim!”

Yavuz’un iradesi ve hiddeti karşısında boyun eğen ordu, tek başına ilerleyen liderlerinin arkasına düştü ve onu yalnız bırakmadı.

100 bin kişilik ordusuyla Çaldıran’da Şah İsmail’in karşısına çıkan Yavuz, üstün ateş gücü ve strateji zekâsı sayesinde Şah’ın ordusunu tamamen imha etti. Şah ise yaralı olarak ancak kurtulabilmişti.

Çaldıran’dan sonra Şah, psikolojik olarak bir çöküntü yaşadı. Devlet işlerini vezirlerine havale etti ve ömrünün sonuna kadar hiçbir savaşa katılmadı. Bu psikolojik çöküntü sebebiyle, Şah henüz 37 yaşındayken hastalandı ve hayatını kaybetti.

Peki, Şah nasıl birisiydi? Türklüğe fayda sağlamış mıydı?

Bu konuda geleceğimiz için nasıl dersler çıkarabiliriz?

Evvela bilmek gerekir ki Şah, çoğunluğu Sünni olan topraklarda egemen olmuş ve halkı zorla Şii yapmıştı. Şiiliği kabul etmeyenleri kılıçtan geçirmişti. Sadece Şiiliği kabul etmek yetmiyordu. İmam Ali’den önce halife olan Ebubekir, Osman ve Ömer’e lanet okutmuş, lanet etmeyenleri de öldürtmüştür. Bu akım, Şiilik içerisinde bile son derece radikal ve sapkın olarak görülmektedir. Bugünkü Şiiliğin merkezi olan İran’da bile böyle bir uygulama yoktur.

Peki, Şah bunları neden yaptı? Gerçekten inandığı için mi yoksa siyaseten mi? Bilmiyoruz. Lakin öyle veya böyle, Şah’ın amacı “gri” rengi ortadan kaldırmaktı. Ya siyah olacaksın ya beyaz; ya bizden, ya onlardan; ya benim iradem altında, benim emrimde, benim mezhebimde olacaksın ya da diğerlerinin. Böylece, kendi iradesine sonuna kadar bağlı ve “diğer” devletlerle iplerini kesin olarak koparmış bir kitle yarattı. Böyle bir yol izlemesinin sebebini, tarikatının köklü geçmişinde bulabiliriz. Bugün bile birçok örgüt ve akım, temsil ettikleri ideolojiyi radikalleştirerek aradaki gri bölgeyi silmeye ve hoşgörüyü yok etmeye çalışırlar. Eğer kesinlik sağlarsanız ve kesinliğin bir tarafını siz temsil ediyorsanız, kendi kitlenizi kendinize daha sıkı bağlayabilirsiniz. Bazı radikallikler yaparak aradaki geçişi tamamen yok edersiniz. Bu kullanışlı bir taktik olsa da maalesef Türkler arasında yüzlerce yıl sürecek köklü bir ayrılığın temelini atmıştır. Şah sanatsever, akıllı, bilgili ve cesur birisiydi. Lakin attığı adımlar, bugünkü perspektiften bakarsak, Türklüğü mezhepsel olarak bölmüştür.

Burada Şii mezhebinde olup da Şah’ı büyük bir kahraman olarak görenler de olacaktır; normaldir. Lakin bizim için mezhebin tarafı ve şekli önemli değildir. Aynı şekilde Türklerin çoğu Şii olsaydı ve birisi çıkıp böyle bir radikallik ile Türkleri Sünni mezhebini kullanarak ayırsaydı, ona da aynısını derdik. Zira Türkler, hiçbir zaman radikal akımlara kendiliğinden kapılmamış; inancına bağlı, tertemiz Müslümanlardır.

Zaten devletlerin kendi içindeki iktidar probleminden dolayı Türk ırkı olarak yeterince zarara uğradık. Yetmezmiş gibi bir de mezhep savaşı ortaya çıktı.

Şah, Asta Bölgesi’ni ele geçirince tamamı Türkmen olan 30 bine yakın kişiyi öldürttü. Yezd, Tabes ve diğer birçok şehirde 50 bine yakın Türk’ü katletti. Sünnileri öldürüp halka zorla mezhep dayatmasının akabinde Anadolu’ya gönderdiği ajanlarıyla birçok tarikat şeyini ve göçebe Türkmenleri etkiledi ve doğal olarak Yavuz da aynı şekilde karşılık verdi. Yavuz da Şah’ın yanına kayan tarikat şeyhlerini, Kızılbaş Celali ayaklanmasına katılan 20 bin silahlı kişiyi ve Osmanlı’ya sadakati bırakıp Şah’a katılmak isteyenlerden binlerce kişiyi öldürttü.

Türk tarihi açısından bakarsak, Osmanlı Türkleri ile Safevi Türkleri arasındaki bu kanlı mücadele, Yıldırım ile Timur’un kanlı mücadelesinden daha kötü ve daha zararlıdır.

Timur ile Yıldırım’ın savaşı bir hâkimiyet mücadelesiyken ve ayrışma etkisi yüzyıllara sirayet etmemişken Yavuz ile Şah’ın savaşı bir mezhep savaşına dönüştü ve aradaki nefret yüzlerce yıl devam etti. Bu durum hem Türklerin Avrupa’ya ilerleyişini aksattı hem de o dönem coğrafi keşiflere başlayan Avrupa’dan bu konuda geri kalınmasına sebep oldu.

Şah’tan önce İslam dünyasında ağırlıklı olarak Sünni hâkimiyeti varken İran’da köklü bir Şii devleti kurulmasıyla birlikte İslam dünyası da ebediyen bölünmüş oldu. Biz Türkler olarak kendi aramızdaki mezhep sorununu hemen hemen aşmış olsak da bugün hâlen İslam dünyasında yaşanan ayrım ve çatışmalar o dönemin bir sonucudur.

Buradan çıkarmamız gereken ders, Türkler arasında her türlü inanca saygı ve hoşgörü göstermek ancak her ne pahasına olursa olsun “radikal” kesimlere müsaade etmemektir. İsteyen istediği mezhepten, istediği inançtan veya inançsızlıktan olabilir. Lakin Türkleri birbirine düşürecek, nefret ve ikilik çıkaracak radikal akımların daima önünü kesmeliyiz.

Konumuza dönelim.

Yavuz dönemindeki bir başka önemli olay da şüphesiz ki Suriye, Filistin, Mısır ve Hicaz’ın yıldırım hızıyla zapt edilip halifeliğin “sembolik olarak” Osmanoğulları’na geçmesidir. Lakin Yavuz’dan önce de padişahların bu sıfatı kullandığını ve halifelik meselesinin esasında bir “hükmetme gücüne” dayandığını unutmayın. Halifelik, sembolik bir saltanat değildir. Sadece gerçekten Müslümanlara hükmetme gücüne sahip olanlar halife olarak kabul edilebilirler. Bu konuya ileride değineceğiz.

Yavuz’un oğlu Süleyman, babasının aniden çıkan bir hastalık sebebiyle ölmesiyle devletin başına geçti.

Süleyman, batılılar tarafından “muhteşem” ve Türkler tarafındansa “Kanuni” olarak tanınacaktı çünkü onun devri, imparatorluğun en zengin ve gösterişli olduğu devirdi.

Kanuni devrinde beş büyük olay yaşandı.

Birincisi, imparatorluğun sınırlarının birçok yerde genişlemesi ve özellikle de Avrupa içlerinde, Almanya’ya kadar girilmesiydi.

İkincisi, Kanuni’nin Roma’yı ve bütün İtalya’yı almak için Fransa ile anlaşıp iki cepheden savaş başlatmasıydı ancak Fransızların anlaşmadan dönmesi ve başka devletlerin olaya müdahil olmasıyla girişim başarısız oldu.

Üçüncü büyük olay, Akdeniz’in büyük ölçüde kontrol altına alınması ve Akdeniz’in ötesindeki okyanuslara ulaşma çabasıydı. Üç nesil önce başlatılması gereken harekette çok geç kalınmıştı ve yeni kıtalar keşfetmenin kâşiflerine getirdiği kazançlar artık inkâr edilemez boyutlara ulaşmıştı. Geç kalınmış bu ideal için denizlerde sonu gelmez savaşlar yapıldı ancak hiçbir zaman Akdeniz’e kesin olarak hâkim olup dış okyanusa açılmak mümkün olmadı çünkü Akdeniz’in çıkışında büyük İspanyol İmparatorluğu oturuyordu.

Dördüncü büyük olay; Kanuni’nin, Avrupalıların sömürgecilik faaliyetlerine karşı Hindistan’ı ele geçirmek için başlattığı deniz seferleriydi. Kanuni, arka arkaya dört defa deniz seferi başlatmış lakin Hint Okyanusu’nun tam olarak bilinmemesi ve Osmanlı gemilerinin bu Okyanus seyahatine uygun olmaması sebebiyle seferler başarısız olmuştur. Elbette ki bu başarısızlığı sadece gemilerin yapısına yüklemek yanlış olur. Zira bu bölgede mücadele ettiğimiz Portekizler de önümüze büyük set çekmiş ve koca imparatorluğu durdurmayı başarmışlardır. Her ne kadar düşmanımız da olsa, küçücük Portekiz ülkesinin, dünya denizlerinin çoğuna ulaşıp buralara hâkim olmasını ve bizim gibi dev imparatorluklara kafa tutmasını bir başarı olarak görüp bundan ders çıkarmamız gerekiyor.

Beşinci büyük olay ise eğitim alanında yapılan devrimdir. Kanuni, din ile bilim eğitimini birbirinden ayırmış, bilimsel eğitimlerin yapılacağı “Süleymaniye” medreselerini kurup buralarda kütüphaneler inşa ettirmiştir.

Kanuni devrinden sonra Türk İmparatorluğu ile Avrupa arasındaki ekonomik güç dengesi tamamen tersine döndü. Türkler hâlen zengin ve güçlüydü lakin Avrupa keşfettiği ve sömürdüğü sayısız yeni ülke sayesinde inanılmaz derecede zenginleşmişti ve farkı açmıştı.

Avrupa o kadar çok altın ve gümüş sahibi oldu ki bir süre sonra aşırı zenginliğe bağlı enflasyon bile yaşandı.

Kanuni’nin oğlu Sarı Selim ile birlikte Türk imparatorluğunda kudretli sultanlar devri geride kalmış, bunun yerine paşaların devlet yönetimi öne çıkmıştı. Doğal olarak çok başlılık ile birlikte siyasi çıkar savaşları da başlamış ve paşalar birbirinin kuyusunu kazar hâle gelmişti. Buna saraydaki kadınların entrikaları da eklenince devlet otoritesi zaafa uğradı.

Örneğin, İnebahtı’daki devasa donanma yenilgimiz bu durumun çok bariz bir örneğidir. Haçlılar birleşip donanma topluyor ve Türk sularına giriyor. Peki, bizimkiler ne yapıyor? “Donanmanın başına senin adamın mı yoksa benim adamım mı geçecek?” diye birbirini yiyor. Bu sebeple koskoca divanda kavga çıkıyor. Nihayetinde birisinin entrikası galip geliyor ve deniz kuvvetlerinin başına bir “kara” komutanı paşa getiriliyor.

Rezalet!

Tarih boyu Türkler daima az zenginlik ve az kuvvetle çok iş başarırken o dönemde sınırsız zenginlik ve sınırsız kuvvet içinde yüzen adamlar “şahsi menfaat” uğruna devleti içten böldüler ve çok kuvvetle az işi beceremez hâle geldiler. Şüphesiz ki burada Kanuni’den sonraki padişahlar doğrudan kabahatlidir. Zenginlik ve gücü yavaş yavaş kaybeden ve aşırı zenginleşmiş batılılar tarafından ufak ufak parçaları koparılan Türk İmparatorluğu, bu gafil paşalar yüzünden bir süre sonra tökezlemeye başladı.

Nesilden nesle ülkenin sınırlarının katbekat genişlediği devirler eskide kalmıştı. Devlet, iç organlarının birbirini yediği bir hastalığa kapılmıştı.

Bu gaflete bir başka örnek daha verelim.

1575 yılında İstanbul’da bazı bilim insanlarının öncülüğünde “uzay gözlemevi” kuruldu. Ancak ülke öyle bir hâle gelmişti ki devletin attığı her adımda birileri menfaat güdüyordu. O menfaatin karşısında olan adamlar da rakiplerinin menfaat kazanmasını istemedikleri için atılan adımları itibarsızlaştırıyorlardı. Herkes sadece kendi icraatının başarılı olmasını istiyor ve diğerlerinin işine çomak sokuyordu.

Uzay gözlemevi de tahmin edileceği üzere hassas bir iştir çünkü cahil insanlar, bilimsel herhangi bir çabaya karşı kolayca “sözde din insanları” tarafından tahrik edilebilirdi. Ortaya cahilce bir yalan atmak, o yalanı ilim yolu ile temizlemekten çok daha kolaydır.

Nitekim öyle de oldu.

Birbirine düşman siyasi gruplar, bazı “kiralık üfürükçüleri” kullanarak yavaş yavaş söylentiler yaymaya başladı:

“Dinsizler, rasathanede meleklerin bacaklarına bakıyormuş. Gökyüzündeki yıldızları kullanıp büyü yapıyorlarmış. Bu gidişle başımıza bela gelmesi yakınmış.”

Bu söylentiler alıp başını gitmişken ve iftiraların ucu bucağı yokken bir de üstüne İstanbul’da deprem olunca halk ayaklandı ve kaos başladı. Fırsattan istifade eden kışkırtıcılar, depreme bu uzay gözlemevinin sebep olduğunu öne sürüyordu ve padişahtan derhâl buranın yıkılmasını istediler.

Padişah, ayaklanan öfkeli halkı karşısına alamayıp rasathaneyi top ateşleri ile yıktırdı.

Bu olaylar ne ilk ne de sondu. Nesilden nesle iç çekişmeler daha da artmaya başladı. Herkes kendi adamlarını devlet kademelerine sokmaya çalışıyordu. İşi ehline verme olayı tamamen bitmişti. Artık sadece çıkarlar konuşuyordu. Savaşta bile birbirlerine zafer kaptırmak istemeyen paşalar, çeşitli bahanelerle rakiplerini düşman önüne atıyorlardı. Devlet otoritesi zayıflıyor, eğitim sistemi bozuluyor, halk fakirleşiyor ve savaşlarda kayıplar ağırlaşıyordu.

3. Mehmed zamanında çıkarcı paşalar yüzünden yenilgiler arka arkaya gelince bazı yeniçeriler isyan etti ve imparatorun kapısına dayanarak “Ordunun başına geç,” diye zorlamaya başladılar.

3. Mehmed, gidişatın ciddiyetini anlayınca devlet erkânını topladı ve Sultan Süleyman’dan sonraki imparatorların –ki bunlar dedesi ve babası oluyordu– devlet işlerini bırakmasının büyük bir hata olduğunu söyleyip bundan böyle ordunun başına fiilen geçeceğini ilan etti.

Peki, ne oldu dersiniz? En başta bu entrikaların göbeğinde bulunan annesi Safiye Sultan ve yardakçısı paşalar buna karşı çıktı. İmparator: “Ben taht uğruna devleti feda etmeyeceğim!” diye çıkıştı çünkü karşısındaki herkesin şahsi çıkar uğruna devleti parça parça feda ettiğini adı gibi biliyordu.

Padişah, askerlerin büyük coşkusuyla birlikte ordunun başında sefere çıktı. Lakin üç nesildir bozulan devlet zayıflamış, üç nesildir ilerleyen Avrupa da çok güçlenmişti.

Maalesef padişah olaylara el atmakta geç kalmıştı.

Avusturyalılar, Almanlar, Erdelliler, Macarlar, İtalyanlar, İspanyollar, Fransızlar, Hollandalılar, Belçikalılar, Çekler, Hırvatlar, Sırplar, Slovaklar yani kısacası Avrupa’nın hemen hepsi birlik olup 300 bin kişilik devasa bir ordu topladılar ve Türk ordusuna karşı harekete geçtiler. Ayrıca bu ordu, yüksek miktarda zenginlikle ve üç nesildir ilerletilen silah teknolojileri ile destekleniyordu. Türk ordusu ise 140 bin kişilik, bütün komutanları birbirine düşman, ihmal edilmiş ve teknolojide geri kalmış bir orduydu.

Ne oldu biliyor musunuz? Avrupa ordusu, Türk ordusunun bölünmüşlüğünden ve çıkarcı paşaların zafiyetinden faydalanarak üstün ateş gücünün de yardımıyla galip geldi. Tüm ordu ve paşalar kaçmaya başladılar. O sırada ordunun gerisinde bulunan aşçılar, çadırcılar, oduncular ve işçiler, ordunun ve paşaların göstermediği bir yiğitlik göstererek ellerine geçirdikleri taş, sopa ve hatta yemek kepçeleriyle ne bulurlarsa alıp düşmana saldırdılar. Bu ani ve yürekli saldırıyla şok olan düşman hatları, kısa süreli bir bozgun yaşadı. Kaçan askerler de durumu görünce tekrar saldırıya geçtiler ve Türk ordusu son anda düşmanları püskürtüp tuhaf bir zafer kazandı.

Bu savaş, tarihe “kepçe kazan savaşı” olarak geçti.

Avrupalılar her ne kadar yenilseler de Türk ordusunun aciz durumunu görmüş oldular ve daha sonraki saldırılarını daha büyük bir öz güvenle yaptılar. Kaçınılmaz olarak Türk ordusu arka arkaya yenilgiler aldı. Devletin içindeki bu yangın yetmezmiş gibi son güçlü kale olarak bekleyen imparatorluk makamı da yozlaşmaya başladı. Osmanoğulları tarihinde ilk defa tahta, hiçbir tecrübesi olmayan, sancağa bile çıkmamış, kadınların içerisinde bir saray odasında yetiştirilmiş olan Sultan Ahmet çıktı.

Sultan Ahmet’in tahta çıkışı bile saray kadınlarının ve paşaların entrikası ile olmuştur. Hem tahtın varisi hem de tahtın sahibi bu entrikalara kurban gidip öldürüldü ve Sultan Ahmet apar topar tahta çıkarıldı.

Ahmet, etrafında dönen entrikalara engel olmayıp aksine bizzat içine düşmüştür ve başkaları tarafından yönetilmiştir. Yetmezmiş gibi Fatih’in kardeş katli yasasını ortadan kaldırarak bu entrikaların daha da artmasına ve devlet yönetiminin temelli bozulmasına sebep olmuştur. Sultan Ahmet, imparatorluğun temeline dinamit döşeyip bunun fitilini ateşlemiş ve o günden sonra devlet bir daha hiç rahat yüzü görememiştir.

Taht üstünde hakkı olan her şehzadenin etrafına birileri toplanmış ve devleti kendi içinde bölüp zayıflatmışlardır. Hiçbir devlet tecrübesi olmayan, sürekli entrika çeviren saray kadınları ve paşalar tarafından oyuncak edilen şehzadeler padişah olmuş, sayısız isyan ve kargaşa baş göstermiştir. Fatihlerin, Yavuzların oturduğu tahta, saray odalarında aklı yenmiş zavallı kişilikler geçmiştir.

Her entrikacı grubu, kendi desteklediği ve kendi menfaatini bağladığı şehzadeyi tahta çıkarmaya çalışıyor ve böylece koskoca imparatorluk; topraklarının her yerinde farklı isyanların çıktığı, her köşede bir oyun çevrilen, tamamen kukla padişahlar tarafından yönetilen bir hâle geliyordu. Entrika ve ayrışma o kadar yaygınlaşmıştır ki aklı başında devlet insanları bu durumu düzeltmeye muktedir olamıyordu. Bir süre sonra tahta aklı başında kişiler geçse bile bu düzeni yıkmaya güç yetiremiyordu. Çocuk yaşta devleti düzeltmeye çalışan Genç Osman, 17 yaşında bu entrikacılar tarafından vahşice öldürüldü.

Yine bir kaos anında daha 11 yaşındaki Sultan 4. Murat tahta çıkarıldı ve ülkeyi uzun süre entrikacı annesi yönetti. Ülke perişan bir hâle düştü. Paşalar birbirini öldürüyor, sokaklarda insanlar kim vurduya gidiyor, ülkenin tamamına kaos hükmediyordu. Devlet otoritesi tamamen yok olmuş, bir dönem adaletin hükmettiği bu topraklarda artık kimsenin can ve mal güvenliği kalmamıştı. Safeviler de fırsattan istifade boş durmuyor, doğu topraklarına girip Sünni halkı kılıçtan geçiriyordu. Devleti yöneten kadınlar ise itibarlarını arttırmak için hayır hasenat işleri ile uğraşıyordu. Hayır kurumları açtırıyor, hapishaneleri boşaltıyor, evlenecek kızlara hazineden çeyiz düzüyorlardı.

Koskoca imparatorluk kaos içerisinde yüzerken etrafındaki entrikalardan, çıkar mücadelelerinden ve isyanlardan bunalan Sultan 4. Murat, içinde biriktirdiği kin ve öfkeyle giderek daha da sert bir mizaca büründü. Yaşı biraz büyüdüğü zaman annesinden iktidarı zorla geri aldı ve entrika çeviren herkesten bir bir hesap sormaya başladı.

Murat, arka arkaya çıkardığı yasaklarla devlet otoritesini yeniden tesis ederken, halk içerisinde de meşru bir müttefik buldu. “Kadızadeler” adındaki dinî bir örgüt, ülkedeki düzensizliği “din” söylemleri ile yeniden tesis etmek istiyordu. Bu örgüt, bütün yeniliklere karşıydı ancak halkı din sayesinde etrafında toplamayı başarıyor ve kaos çıkaranlara karşı halkı örgütleyebiliyorlardı. Ayrıca padişaha da sadıktılar. Murat, bunları kullanarak insanlara boyun eğdirmiş, devleti toparlamış ve sayısız kelle alarak otoriteyi yeniden sağlamıştı.

Sultan, yaşadığı dönem boyunca her ne kadar geçici bir düzen getirse de bozuklukların kaynaklarını maalesef tamamen bitirememiş, kaosu sadece bastırmıştı. Özellikle de baş entrikacı olan annesine, evlatlık hisleri ile müsamaha göstermişti.

Sultan Murat’ın devrindeki en önemli olaylardan birisi de bu dönemde yapılan “havacılık” faaliyetleridir. Evet, 1600’lü yıllarda Türklerin yaptığı havacılık faaliyetlerinden bahsediyoruz.

Hezârfen Ahmet Çelebi, İstanbul’un Avrupa Yakası’ndan Anadolu Yakası’na, bizzat kendi tasarladığı devasa kanatları takarak uçmuş, Dünya tarihinin ilk uçan insanlarından birisi olmuştur. Bu çalışma bizzat Sultan 4. Murat tarafından da ilgi görmüş ve sultan, Hezârfen’in çalışmalarına maddi ve teknik destek verilmesi için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Aynı şekilde Lagari Hasan Çelebi de sultanın destekleriyle yaptığı şahsi roket ile gökyüzüne yükselmiş ve havadayken paraşüt açıp yere inmişti.

Bu olaylar, Türklerin zekâsının ve hayal gücünün ne derece ileri olduğunun en büyük kanıtlarındandır.

İmparator, her ne kadar bu gelişmeleri desteklese de Kadızade örgütünün ulemaları, bu icraatlara karşı çıktılar ve bu gelişmeleri derhâl durdurması için zorlamaya başladılar. Sultan, zar zor sağladığı iktidarının en büyük dayanağı olan bu ulemayı karşısına alamayarak bu iki mucidi mecburen sürgüne gönderdi.

Sultan Murat, yaşarken entrikacılara ne kadar büyük darbe vursa da devletteki kronik rahatsızlığın başı olan annesini durduracak bir şey yapmadı. Bu sebeple, yine annesinin başını çektiği entrikaların sonucu olarak hastalandı ve hayatını kaybetti. Kaçınılmaz olarak Murat’tan sonra ülke tekrar entrikacı saray kadınları ve paşaların eline geçti.

Kısa süreli istikrar dönemi yerini tekrar kaosa bırakmıştı. Hiçbir şehzade, yönetim tecrübesi edinmiyor, hapis hâlde yıllar geçirdikten sonra birilerinin hile ve oyunuyla tahta çıkıyorlardı.

İçeride beceriksizlik, yozlaşma, insan kayırma ve kaos; dışarıda ise ağır yenilgiler art arda geldi ve zaman böylece geçip gitti. Ezkaza; aklı başında olgun, iyi niyetli ve gayretli padişahlar başa geldiyse bile durumu düzeltmek için gösterdikleri çabalar boşa gidiyordu.

1700’lü yıllarda doğudaki Türkler arasında yine önemli değişimler meydana geldi.

Türkistan’daki devletler, bölünmüş ve teknolojide geri kalmış yapıları sebebiyle günden güne güçlenen Rus yayılmacılığına karşı tek tek yem olmaya başladılar. Sürekli iç çekişme sebebi ile askerî teknolojilerini geliştirmeye vakit bulamamışlardı ve bunun bedelini çok ağır ödediler.

Ruslar üstün ateş gücüne sahip ordularıyla Türkistan’daki hanlıkları ekin gibi biçti.

İran’daki Türklerde ise hanedan değişimi oldu. Oğuz Türklerinin Avşar boyuna mensup olan Nadir Şah, İran’da yönetimi ele geçirdi ve Safevi yönetimine nihayet son verdi.

Nadir şah son derece cesur, enerjik ve zeki birisiydi. Yüzlerce yıldır devam eden Şii ve Sünni savaşına bir son verip Şii-Caferi mezhebini, Sünniliğin içinde 5. mezhep olarak kabul ettirmek ve böylece Türk ve Müslüman dünyasının bölünmüşlüğünü tamamen ortadan kaldırmak istiyordu.

Zaten o dönemde İslam dünyası tamamen Türk yönetimindeydi.

Kuzey Afrika’da, Arabistan’da, Balkanlar’da, Anadolu’da, Kırım’da, Suriye’de, Filistin’de, Irak’ta ve Kafkaslarda Osmanlı Türkleri; İran’da, Azerbaycan’da ve Güney Türkistan’da Avşar Türkleri; Hindistan’da ise Babür Türkleri hüküm sürüyordu.

Mezhep ayrılığını ortadan kaldırmak Türk liderliğindeki Müslüman dünyayı tek çatı altında toplayabilirdi.

Nadir Şah, yüzyıllar önce zorla halka dayatılan Şah İsmail’in ayrıştırıcı Şii görüşlerini bıraktırıp ülkeyi daha birleştirici ve daha hoşgörülü olan Caferi mezhebine geçirdi. Osmanlı’dan dinî olarak destek bulmak için uzun uzun uğraştı ancak böyle bir şeyin teklif edilmesi bile hâlihazırda kargaşa içindeki Osmanlıların, bir parça daha fazla karışıklık ve siyasi kaos içine çekilmesi demek olacaktı. Böyle bir duruma cesaret edemeyen Osmanlı Türklerinin ulemaları, doğal olarak “ret” cevabı verdiler. Nadir Şah da büyük ideallerini başaramadan ekonomik bozukluğa bağlı iç karışıklıklar sonucunda öldürüldü.

Nadir Şah’tan sonra İran’daki Türkler, eski şaşaalı günlerini geride bırakmıştı. Bir daha da eski güçlü günlerine hiçbir zaman dönemediler ve sürekli iç karışıklıklarla, isyanlarla ve dış müdahalelerle mücadele ettiler.

19. yüzyıla doğru giderken hem İran’daki Türkler zayıfladılar hem Türkistan’daki Türkler tek tek Ruslara yem oldular hem de Hindistan’daki Türkler hâkimiyetlerini İngilizlere kaptırdılar.

Ayakta kalan ve göreceli olarak güçlü durabilen sadece Anadolu ve Balkanlardaki Osmanlı Türkleri kalmıştı ancak onlar da aşırı derecede güçsüz düştüler ve parça parça yabancı ülkelere topraklarını kaptırdılar.