Türkler olarak tarih boyunca Avrasya kıtasının birçok noktasında hüküm sürdük.
19. yüzyılda süper güç vasfımızı kaybettik ancak 21. yüzyılda tekrar bu vasfımızı geri kazanacak güce ve inancı sahibiz.
Dış politikada her şeyden önce şu gerçeği kabul etmek zorundayız, uluslararası alanda hakkın, hukukun değil, güçlü olanların sözü geçer. Yeterince güçlü iseniz, uluslararası hukuk size işlemez. Hukuku siz kendiniz belirlersiniz. Hukuk sizin sadece bir aracınıza dönüşür. Eğer güçsüzseniz de sizi hiçbir hukuk kurtarmayacaktır.
Bizler ekonomik, askerî ve teknolojik olarak güçlenirken dış politikada da olabildiğince güçlenip nüfuz alanımızı arttırmalıyız.
Bugün dünya, Amerika merkezli Batı bloğu ve dışarıda kalan diğer ülkeler arasında bölünmüş, çekişmeli bir siyasi atmosfer içerisindedir. Batı bloğu içerisinde de yer yer çıkar çekişmeleri olmaktadır. Türkiye ise siyasi tarafların tam kesişme noktasında yer alıyor. Bizler Doğulu da değiliz, Batılı da değiliz. Kesişim ve mücadele noktasının en uç ve en riskli bölgesindeyiz. Etrafımızdaki Kafkaslar, Balkanlar, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bu çıkar çatışmalarının en yoğun yaşandığı yerlerdir ve biz bunların tam ortasındayız.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, zayıf ve hırpalanmış bir ülke olarak dış dünyaya önem göstermekten ve ülke dışındaki meselelere müdahil olmaktan çok, dışarıya karşı “savunma” odaklı bir dış politika izledik. Cumhuriyetin ilanının üzerinden yaklaşık bir asır geçti ve bizler yavaş yavaş güçlenip dünyanın en güçlü 10 ülkesinden biri hâline geliyoruz. Şu an öyle bir noktadayız ki artık savunma odaklı politikaları devam ettiremeyiz. Çünkü savunmada kalarak dış tehlikelerin her geçen gün artmasına sebep oluyoruz.
Etrafımıza baktığımızda ne görüyoruz?
Güney sınırlarımızın neredeyse tamamında Türk düşmanı bir devlet kuruluyor. Petrol çıkarları için batılı ülkeler bu duruma destek oluyor. Diğer yandan İran, Orta Doğu’daki Şii azınlıkları örgütleyip kendisine bağlı fanatik bir blok hâline getiriyor ve yeni bir Pers İmparatorluğu’nu bu temeller üzerine kurmak istiyor. Yemen’de, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da ve Şii azınlık barındıran hemen her yerde İranlılar nüfuzunu ve kontrolünü arttırıyor.
Arap ülkeleri bölünmüş olsalar da başlarında Türk düşmanı diktatörlerle yönetiliyorlar. Böyle olmayanlar da sinmiş ve kendi derdine düşmüş vaziyetteler.
Avrupalılar ticari zenginliklerini arttırıyor ve bir yandan da Avrupa’da Türk ve Müslüman düşmanı ırkçı hareketler yükselişe geçiyor. Önümüzdeki dönemlerde birçok Avrupa ülkesinde bu ırkçı hareketlerin iktidara geleceğine kesin gözüyle bakılıyor.
Rusya, Orta Asya’daki Türk ülkeleri üzerindeki nüfuzunu ve etkisini sürdürürken eski Sovyet dönemi nüfuz alanlarını da yeniden tek tek ele alıyor ve gittikçe daha da güçleniyor.
Çin ise yeni çağın yeni süper güç adayı olarak dünyanın en büyük ekonomisini ve en büyük ordusunu kuruyor, hatta ekonomik büyüklüğü Amerika’yı geçmek üzere. “Bir kuşak bir yol” projesi ile Asya ve Avrupa’nın tüm ekonomilerini, hızlı tren ve gemi yolları ile kendisine bağlamaya, böylece Amerika’yı saf dışı bırakıp bütün Asya ve Avrupa’nın baskın gücü hâline gelmeye çalışıyor.
Peki, bütün bu gelişmeler ışığında biz ne yapmalıyız? Bütün gücümüzü Anadolu savunmasına harcayıp bölgede cirit atan diğer güçlerin saldırısını mı bekleyeceğiz yoksa biz de sahaya inip kendi dünya vizyonumuzu mu ortaya koyacağız?
Elbette ikinci yoldan gitmeye mecburuz. Zira büyümek istemeyenler daima küçülmeye mahkûmdur.
Savaşı düşmanın ülkesinde vermek istemeyenler, savaşı kendi ülkesinin içerisinde vermek zorunda kalırlar. Savaşı kendi ülkesinin içerisinde verenler de savaştan daima daha zararlı çıkmışlardır.
Her şeyden önce yumuşak gücümüzü sonuna kadar kullanmalı ve tüm dünyaya Türklük propagandası yapmalıyız. Çoğu zaman bir film veya bir dizi, bir ülkenin başka bir halk üzerindeki algısını baştan başa değiştirmektedir. Bizler tüm gücümüzle diğer milletlerin zihnine girmeli ve Türk algısını istediğimiz gibi şekillendirmeliyiz.
Uluslararası alanda haber kanalları kurarak gündemi kendi çıkarlarımıza göre yönlendirmeli, başka ülkelerde yaşayan Türkleri örgütleyip etkili diaspora teşkilatları kurmalı ve yabancı ülkelerin politikalarına etki etmeliyiz.
Diğer yandan resmi olarak “çok yönlü vizyon” politikası bizim ana doktrinimiz olmalıdır.
Nedir bu çok yönlü vizyon?
Çok yönlü vizyon, tek bir dünya görüşüne bağlı doktrin belirlemeyip dünyanın bütün coğrafyalarına karşı ayrı ayrı politika gütmek, ayrı ayrı imaj çizmek ve ayrı ayrı gözle bakmaktır.
Örneğin Orta Asya’daki ülkeler ile aramızdaki ekonomik ve askerî iş birliğini “Türklük ve kan bağı” üzerinden şekillendirip bütün bu süreci kendisini “Turan idealine” adamış bir nefer edasıyla yürütürken aynı anda Balkan ülkeleriyle “tarihi ve kültürel bağlara” dayanan etkileşimlere girip “Rumeli sevdalısı” eski balkan sakinleri edasıyla nüfuzumuzu arttırmalıyız. 400 yıl boyunca egemenliğimizin altında yaşayan ve kültürel olarak iç içe geçtiğimiz Balkan ülkelerini, Türkiye’nin hamilik yapacağı şekilde bir araya getirip aralarındaki problemleri çözüp, dışarıdaki daha büyük düşmanlara karşı örgütlemeli ve buradaki yönetimlerin bütün kılcal damarlarına nüfuz ederek kontrolümüz altında tutmalıyız.
Aynı anda Orta Doğu’da “Müslümanlık ve din kardeşliği bağı” üzerine, Latin Amerika’da “halk kardeşliği” üzerine, Afrika’da “kalkınma ve karşılıklı çıkar” üzerine, Avrupa’da ise “modern güçlerin iş birliği” üzerine politikalar gütmeliyiz.
Bizler at gözlüğü takıp bütün dış politikalarımızı tek bir alana ve tek bir ideolojiye göre yürütemeyiz. Bütün coğrafyalarda, o coğrafyanın ruhuna uygun olarak maksimum faydayı sağlayacağımız şekilde politikalar yürütmek zorundayız. Her koşulda amacımız “maksimum fayda” sağlamak olmalı ancak burada çok önemli ince bir çizgi var:
Maksimum fayda sağlamak demek karşı taraftan çalmak, karşı tarafı sömürmek ve istismar etmek değildir. Her ne kadar Batılılar tarafından maksimum fayda kavramının zirve noktası bu şekilde görülse de esasında uzun vadede bu politika karşılıklı nefrete ve çıkarların kesilmesine sebep olacaktır. Bu yüzden “karşılıklı menfaat içerisinde, maksimum fayda” esasına dayanan politika gütmeliyiz. Bugün örneğin Kazakistan’da veya Cezayir’de yapmamız gereken şey, bazı romantik radikallerin düşündüğü gibi ülkelerine toptan el koyup onları ilhak etmek değildir veya bazı mantıksız korkakların yaptığı gibi “Hiçbir şeyine karışmayıp sadece ticaret yapalım,” diyemeyiz.
Her bir ülke için özel çalışma ekipleri kurup stratejik analizler yapmalıyız. İşimize yarayacak her soruyu sormalı ve her cevaptan faydalanmalıyız. Söz konusu ülkenin nasıl bir kültürü var? Nasıl bir dünya görüşü var? İç dinamikleri nelerdir? Ekonomik ve askerî potansiyeli nedir? Türkiye’ye nasıl bakıyorlar? Bu halkın Türkiye’ye bakış açısını istediğimiz yere nasıl çekeriz? Ekonomik olarak nasıl kalıcı ve maksimum fayda sağlayacak anlaşmalar yapabiliriz? Bu ülkeleri Türkiye’nin siyasi çizgisine nasıl çekeriz?
Bu konularda ülkenin boyutları ve geçmişini önemsemeden çalışmalı ve Türk çıkarlarını en etkili şekilde tesis etmeliyiz. Sadece kuru ve resmî konuşmalar yapmak hiçbir işe yaramaz. Önemli olan somut ve pratik icraatlar yapmaktır. Dış işlerinde her bir ülke ve bölge için özel operasyon ve strateji daireleri kurup söz konusu ülkelerin kültürlerini ve algılarını Türk çıkarlarına göre manipüle etmek ve bunun için var gücümüzle mücadele etmek dış işleri politikalarımızın odak noktası olmalıdır.
Örneğin haber konusunu ele alalım: Bir ülkeden haber almak kolaydır. Önemli olan istenilen ülkeye istenilen haberi yaymak ve o halkı buna ikna etmektir. Bir ülkenin haber alma kanallarına etki ederseniz, o ülkenin zihnine de etki edersiniz. İstediğinizi haklı, istediğinizi haksız olarak gösterebilirsiniz.
Burada görev sadece medya ve iletişim araçlarında değil elbette. Sivil toplum kuruluşlarına da büyük görev düşüyor. İlişkilerimizin olduğu her ülkede kusursuz şekilde organize olmuş ve belirli hedeflere ulaşmak için durmadan çalışan derneklere, vakıflara ve organizasyonlara ihtiyacımız var.
Eğitimi yetersiz olan ülkelerin çocuklarını memnuniyetle eğitmeliyiz çünkü en büyük zenginlik para kazanmak değil insan kazanmaktır. Türklerden eğitim almış, Türklerin dünya görüşünü kazanmış bu gençler büyüdüklerinde ülkelerine de bu doğrultuda yön vereceklerdir.
Türk Devleti’nin çıkarlarını hiçbir fırsatı küçümsemeden ve es geçmeden savunmak dış işlerinin en temel görevidir.
Bizler devlet olarak günlük değişken politikaların rüzgârında savrulup buna göre şekil alamayız. Hayır! Bizler fırtınanın kendisi olmalıyız. Uzun vadeli politik planlarımızı kurgulamalı ve uluslararası politikaya biz yön vermeliyiz.
Bizler başkalarının oyununda oyuncu olamayız. Başkaları bizim oyunumuzda oyuncu olmalıdır. Bizler uluslararası meselelerde “kazanma ihtimali olan bir tarafta” değil, “her hâlükârda kazanacak olan tarafta” olmalıyız. Strateji birimlerimize 5, 10, 20, 50 ve hatta 100 yıllık planlar hazırlatıp, olası bütün ihtimalleri tek tek planlayıp, en uygun görülen yolları seçmeliyiz.
5 yıl sonra Arap coğrafyasında 10 yıl sonra Latin Amerika coğrafyasında neler değişecek?
3 yıl sonra İran’da Beluci azınlıklar, İran’ın güneyini ele geçirirse ve bağımsız bir devlet kurarsa Türkiye bundan en kârlı çıkacak şekilde nasıl davranmalıdır?
7 yıl sonra Amerika’nın Kaliforniya eyaleti bağımsız olmak isterse bunu nasıl çıkarlarımız için kullanırız?
11 yıl sonra Almanya’da ırkçı bir parti iktidara gelirse ne şekilde politika gütmeliyiz?
Kaç çeşit ihtimal var? 100 mü? 200 mü? Olabilecek her durumu hassas şekilde ele alıp planlarımızı şimdiden yapmalıyız ve geleceğin bize en uygun şekilde cereyan etmesi için bu süreçleri manipüle etmeliyiz.
Gelecek ya bizim istediğimiz gibi olmalı ya da bizim istediğimiz şekle getirilmelidir.