Konsept Değişimi
Türk ordusu yaklaşık bin yıl önce bir konsept değişimine girdi. Bu değişim, belki de tarihimizin en büyük hatasıydı.
Metehan zamanından beri Türk ordusu "hız" konseptine göre işliyordu. Türklerin; Çinliler, Sasaniler veya Romalılar gibi kalabalık geniş piyade orduları yoktu. Bunun yerine atlı, hafif, çevik ve hızlı orduları vardı. Bu "hız konseptinin" en büyük avantajı ise özellikle de açık alanda devasa ordulara karşı sürekli vurkaç taktikleri yapabilmek, düşman ordusunu sürekli hırpalamak, düşman ülkesinin herhangi bir noktasını hızlıca vurabilmek, bunu yaparken minimum zarar görmek ve anında uzaklaşabilmekti. Böylesi kapsamlı bir terör saldırısına karşı kalabalık piyade orduları fazla dayanamazdı. Büyük ordular, büyük lojistik destek ister. Böyle saldırılar sebebiyle lojistiğin devamlı kesilmesi, kalabalık olmayı başlı başına bir sorun hâline getiriyordu.
Düşmanı kendi peşinde oradan oraya koşturmak, hiç beklenmedik yerlerde beklenmedik zamanda ortaya çıkmak, ikmal yollarını vurmak, daima baskı altında tutmak, düşman artık takatsiz kalana kadar bunları sürdürmek ve en sonunda koyun sürüsüne giren kurtlar gibi düşmanı biçmek, Türk ordusunun ana savaş taktiğiydi.
Türkler Çin ülkesini dilediği gibi basar, yakıp yıkar ancak Çinliler Türklerin yaşadığı yere ordu gönderemezdi çünkü o ordu geldiğinde hiçbir şey bulamazdı. Türkler çoktan orayı terk etmiş olurdu. Yolu uzatan Çin ordusu ise bu arada defalarca baskın yer belki de yok edilirdi. Ayrıca ana orduyu ülkeden uzaklaştırmak Türklerin Çin ülkesini daha rahat yakıp yıkabilmesine, Çinlilerin devamlı arkadan vurulmasına da neden olurdu yani o koca set boşuna örülmedi.
Ayrıca Türk ordusunun politikası savunma değil, saldırıydı.
Türkler, düşmanın kendisine saldıracağını sezerse önceden saldırır ve tüm hayat damarlarını keserdi. Düşman saldırsa bile saldırı yolunu bir cehenneme çevirirdi. Hız konsepti bize çok kısa zamanda devasa coğrafyalar fethetme ve düşman ordularını yok edip şehirleri birer birer düşürme fırsatı sağlıyordu. Ancak Osmanlı dönemiyle birlikte bu durum değişti. Türk ordusu süvari odaklı sistemden piyade odaklı sisteme geçti. Artık Türk ordusunun %80’i piyade ağırlıklıydı. Kalabalıktı ve yavaştı.
Fetih hızları da aynı oranda yavaşladı.
Örneğin Osmanlı’nın Balkanlarda 400 yılda fethettiği coğrafyayı, Moğol ordusu 1-2 senede fethedebiliyordu. Bunun en bariz örneği Harzemşah Devleti’dir. Moğollar birkaç on bin kişilik ordularıyla bütün bir İran coğrafyasını 1-2 senede fethetmiş, muazzam kalabalık orduları yok etmiş, muazzam kalabalık şehir ve yerleşimleri boyunduruğu altına almıştır.
Peki, bunu nasıl başardılar?
Çünkü mirasını devraldıkları Orta Asya bozkır imparatorluklarının yolundan gidiyorlardı. Öyle ki tamamı atlı olan askerlerin atlarının ağzına yem torbası bağlanıyor ve hayvanın yemek için durması bile engelleniyordu. Aynı şekilde askerler de at üzerinde yemek yiyor, atların damarlarına bağladıkları hortumlardan yudum yudum su niyetine kan içiyorlardı.
Tek bir asker, yanında ortalama 9 at gezdiriyor, yorulan atı hemen değiştiriyordu. Moğollar bu gibi taktikler sayesinde zamandan kazanıyorlar ve daha hızlı yol alıyorlardı.
Harzemşahların ordusu hazırlanıp yüz kilometre gidene kadar, Moğol orduları dört koldan Harzemşah ülkesini sarmıştı bile. O kadar hızlılardı ki düşman hiçbir şekilde ikmal sağlayamıyordu çünkü hiçbir ikmal birliği Moğol süvarilerinden daha hızlı değildi.
Şehirler birer birer düştü çünkü Moğollar tek bir orduyla sırf “hız” sayesinde 10 şehri birden kuşatma altında tutabiliyor, düşmanın birbiriyle ikmal alışverişi yapmasını engelliyor, bütün bir ülkeyi tam anlamıyla baskı ve çaresizlik altında tutuyorlardı.
Türkiye’nin yaklaşık 5 katı büyüklüğünde olan Harzemşah Devleti’ni 1-2 senede istila eden Moğol kurmayları, bütün bir Avrupa’nın fethinin toplamda 17 yıl süreceğini planlamışlardı. (Bu kurmayların Çin’in büyük kısmını da birkaç sene içinde zorlanmadan istila ettiğini unutmayın.)
Oysa Osmanlı, sadece Balkan coğrafyasını bile 400 yılda adım adım alabilmiştir. Tek bir sefer için ordu uzun uzun hazırlanıyor, yola çıkıyor, bir veya birkaç şehri alıp geri dönüyordu. Meydan savaşında iyiydik ancak iş “geniş coğrafyalar almaya” gelince emekleme seviyesindeydik.
Bu işin tek istisnası, Yavuz Sultan Selim Han’dır. Ancak o da kısa zamanda geniş coğrafyalar fethedebilmesini, hızlı ordu konseptine değil, dünyada o dönemde var olan en ileri ateşli silah teknolojisine sahip olmasına borçludur.
1. Dünya Savaşı’ndan sonra atlı birlikler yerini mekanize birliklere bırakmışlardır. Bu konseptin yeni versiyonunu da en iyi uygulayanlar, şüphesiz ki Nazilerdir.
“Blitzkrieg” yani yıldırım savaşı adını verdikleri bu konsept ile çok kısa zamanda devasa coğrafyalar istila edebilmişlerdir. Ancak onlar da ellerindeki gücü iyi hesaplayamadıkları, kaynak sıkıntısı çektikleri ve taktiksel hatalar yaptıkları için yenilmişlerdir. Esasında yenilmelerinin en büyük sebeplerinden birisi de istihbarat zafiyetidir çünkü İngilizler 1942 yılında Alman haberleşme şifrelerini çözdüler ve Almanların attıkları en ufak adımdan bile haberdar oldular. Ne kadar güçlü ve hızlı olursanız olun, düşmanlar ne yapacağınızı biliyorlarsa buna karşı tedbir alırlar ve sizin yenilginiz de kaçınılmaz olur. Naziler doğru askerî taktiklerle büyük başarılar kazandılar ancak haberleşme teknolojisinde geri kaldıkları için mağlup oldular.
Günümüzde ise hız konsepti artık tankları da aşmıştır.
Bin yıl öncesinin atlı birlikleri artık hava kuvvetleridir.
Türk ordusunun hava kuvvetleri, şu an sadece yer birliklerine destek vermeye ve istila anında yurda gelecek olan düşman uçaklarını önlemeye yöneliktir. “Akıncılık” rolünde değillerdir. Türk ordusu bugün hâlâ kara ordusu odaklıdır ve tam anlamıyla “hız konseptine” geçmemiştir.
Ordumuz, odağını kara kuvvetlerinden hava kuvvetlerine kaydırmalıdır. Hava kuvvetlerindeki hız, ateş gücü ve taşıma kapasiteleri arttırılmalıdır. En büyük eksiklerimiz, uzun menzilli ağır bombardıman uçakları ve dev kapasiteye sahip nakliye uçaklarıdır.
Hava kuvvetleri, bir “destek unsuru” olmaktan çıkmalı, düşman bir ülkeyi sürekli olarak baskı altında tutacak ve o ülkenin her bir noktasına en hızlı şekilde ordu taşıyabilecek güçte olmalıdır. Elbette bunun için hava savunma sistemlerine karşı büyük önemler almak, uçakların enerji ve menzil problemini çözmek, ayrıca taşıma kapasitelerini de arttırmak gerekmektedir. Bunun için de yeni teknolojiler geliştirmek şarttır.
Burada bahsettiğimiz şey askerî stratejideki “hava hâkimiyet teorisi” değildir. Burada bahsettiğimiz şey tarihte bir ilk olarak ordunun ana odağının hava kuvvetleri olması, yıldırım savaşının mekanize birliklerle değil, hava kuvvetleriyle yapılmasıdır. Yani yepyeni bir askerî konsepttir. Ayrıca unutmayın savaşı düşman ülkesine götüremeyen, denizaşırı istila gücü olmayan bir ülke, büyük bir dünya gücü olamaz. Sadece kendi ülkesini korumakla yetinir ve en fazla bölgesel güç olabilir.
Teknolojik Odak
Ordumuzun hava kuvvetlerini geliştirirken kara ve deniz kuvvetlerini de teknolojik imkân açısından geliştirmeliyiz. Ancak bunu yaparken dikkat etmemiz gereken önemli bir nokta vardır.
Ülkeler birbirlerine karşı ordularını geliştirirken sabit bir yol izlemektedir. Örneğin, karşı tarafın tank sayısından daha fazla tank yapmak, karşı tarafın tanklarının niteliğinden daha iyi nitelikler geliştirmek gibi.
Bu yarış böylece devam etmektedir.
Oysa sabit askerî araçları, karşı tarafla yarışırcasına geliştirirken bunun yanında yeni ve denenmemiş askerî sistemler de geliştirmeliyiz çünkü olası bir savaş senaryosunda bütün dünya ülkeleri tank, top, uçak, helikopter ve eli silahlı askerlere göre hazırlık yapmaktadır. Savunma silahları da bunlara göre geliştirilmektedir.
Yeni ve denenmemiş savaş araçları geliştirirken düşmanın elinde olabilecek klasik teknolojilerin zayıf noktalarını hedef almak bize savaş alanında üstünlük sağlayacaktır.
Son yıllarda sadece birkaç ülkenin geliştirebildiği yüksek irtifa insansız hava araçları buna bir örnektir ve bunların özellikle terörle mücadele konusunda ne kadar faydalı olduğunu bizzat gördük. Ancak bu sadece tek bir alandır. Bugün baktığımızda sadece bir, iki ülkenin üzerinde çalışma yaptığı robot askerlerin, geleceğin savaş sahalarını baştan başa değiştireceğini görmek zor değil. Yapay zekâya bağlanacak bu robotlar, normal insan askerlerden çok daha hızlı ve etkili olacaktır. Yorulmayan, korkmayan, hedef şaşırmayan robotlar, klasik eli silahlı insan askerlere karşı mutlaka üstün gelecektir.
Robotlar sadece askerlerin yerini almayacak elbette. Hava kuvvetlerinde, deniz kuvvetlerinde, bugün yüzlerce farklı robotik tasarım yapılıyor. Biz de Türk milleti olarak bu alana büyük özen göstermeli ve dünyanın bir adım önüne geçmeliyiz.
Yardımcı Kuvvetler
Türkiye olarak nüfuz alanımız genişledikçe faklı ülkelerin üzerinde hâkimiyetimiz artmakta ve buralardan da bize bağlı olarak savaşacak birlikler de edinmekteyiz. Bu da yeni bir “yardımcı kuvvet” askerî sistemine geçmemizi zaruri kılıyor.
Türk vatandaşı olmayan ancak Türkiye tarafından özel olarak eğitilen ve Türkiye için savaşmaya gönüllü olan bu askerleri resmî bir statü altına alıp yurt dışındaki kritik bölgelerde kullanmak geleceğimizin sıradan bir gerçeği olacaktır. Bunun hukuki düzenlemelerini ve askerî altyapılarını şimdiden kurmalıyız.
Genel Sistem ve Askeri Psikoloji
En çok konuşulan ve tartışılan meselelerin başında ise ordunun profesyonel sistemle mi yoksa halk ordusu sistemi ile mi çalışması gerektiğidir.
Günümüzde bir savaş çıktığı zaman hiçbir yaş ve cinsiyet ayırt etmeden şiddet bütün insanları içine almaktadır. Böyle bir durumda kadın ve erkek fark etmeksizin her Türk’ün minimum 3 aylığına savaş hâllerini deneyimlemesi ve savaş çıktığı zaman ne yapacağını bilmesi çok önemlidir. Ancak ordumuzun belkemiğini, birkaç aylığına askere gelmiş kişilerin oluşturması bizim gibi büyük ve daha da büyümekte olan bir ülke için doğru değildir. Yapmamız gereken şey tam profesyonel askerlik sistemine geçmektir.
Askerlerimiz, küçük yaşlardan itibaren askerî okullara alınmalı ve burada gözünü kırpmadan ölüme yürüyecek birer savaş makinesine dönüştürülmelidir. Türk ordusu, zaten özellikle de gerilla harbine karşı dünyadaki en başarılı askerî ordudur. Göğüs göğse çarpışmada da aynı cesaret ve yiğitlikle savaşırlar. Daha iyiye gitmek için yapmamız gereken tek şey, eğitim yaşlarını aşağıya çekmek ve askerliği profesyonel bir meslek hâline getirmektir. Ancak askerlik, sadece bir meslek olarak görülemez. Bu iş sadece para karşılığı yapılabilecek bir şey değildir. Askerler, her şeyden önce davasına adanmış olmalıdır. Ölüme gitmek ve bunun psikolojik olarak altyapısının hazırlanması kolay bir iş değildir.
Askerlere silah tutmayı öğretmek veya onları teknolojik ekipmanlarla donatmak kolaydır. Esas zor olan, askerlerin zihnini savaşa hazırlamaktır. Savaş tarihimize baktığımız zaman nice zayıf ve inanmış bir avuç askerin, nice devasa ve donanımlı orduları yendiğini görüyoruz. Bu hiç şüphesiz ki inanç ve davaya bağlılıkla olur.
Bir asker, her şeyden önce ölümü kabullenmelidir. Ölümü yaşamadan ölümü kabullenmek psikologların en fazla üzerinde durduğu konulardan biridir. Bir insanın ölümü kabullenmesi ve gözünü kırpmadan ölüme gitmesi için ölümünün bir şeylere iyi yönde sebep olacağına emin olması gerekir.
“Savaşta ölmek ve öldürmek asla boşa değildir,” sözü zihne ilk yerleştirilmesi gereken düşüncedir. Ülkesinde çocukların bir geleceği olması için halkının daha rahat yaşaması için daha güçlü olması ve düşmanlarına üstün gelmesi için o askerin orada ölmesi ve öldürmesi gerekmektedir. Bu bir zorunluluktan öte bir fedakârlıktır.
Psikologlar, askerler üzerinde yaptıkları araştırmalarda şunu görmüşlerdir ki zorla ve ölüm korkusu ile savaşan askerler kendiliğinden büyük bir fedakârlık ve inançla savaşan askerlere karşı daima mağlup olmuşlardır. Ölümden sonraki hayata olan inanç ve ölümden sonra ülkesinin daha iyi yerlere geleceğine dair düşünceler bir askerin en büyük motivasyon aracıdır.
Tarih boyunca askerlerin moralini bozmak ve onları savaştan uzaklaştırmak isteyen düşmanlar, askerlerin bilincine “Boşuna savaşıyorsunuz; savaşmanız hiçbir şeyi değiştirmeyecek,” algısını sokmaya çalışmışlardır. Bu algı başarılı olursa bir asker ne kadar eğitimli olursa olsun, savaşma iradesini kaybedecektir. Ancak doğru düzgün eğitim almamış bile olsa eğer bir asker ölümünün fark yaratacağına inanmışsa, bu onu daha büyük azimle savaştıracak ve nihayetinde başarıya ulaşacaktır.
1980’li yıllarda dönemin süper gücü olan SSCB, Afganistan’ı işgal ettiğinde ellerinde dünyanın en ileri askerî silah teknolojileri vardı. Sayıları Afganların onlarca katıydı. Ancak bu askerler, o coğrafyada bulunmalarının gereksiz olduğuna inanıyorlardı ve savaşma azimleri düşüktü.
Afganlar ise öldükten sonra mükâfat göreceklerine ve vatanlarını düşmanlardan temizleyeceklerine dair derin bir inanç içindeydiler. Yetersiz silaha sahip eğitimsiz Afgan köylüler, devrin en ileri askerî teknolojisine sahip, eğitimli bir orduyu perişan ettiler.
Bu örneği, objektif olmak için Türk tarihi haricindeki bir alandan verdik. Ancak esas bizim tarihimiz, dünyadaki hiçbir milletin başaramayacağı kadar büyük zaferlerle doludur. Biz bunları eşi benzeri olmayan bir “inanç” sayesinde yaptık.
Bizim askerlerimiz zaten inançlı ve adanmış askerlerdir. Bu inancı ve adanmışlığı daha da pekiştirip, üzerine de ordumuzu Dünyanın en ileri seviye askerî sistemleri ile donattığımız zaman önümüzde durabilecek hiçbir güç yoktur.
Bundan sonrası sadece taktik ve stratejik hamlelere kalacaktır.
Teşkilat
Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kara ordusu; Birinci Ordu, İkinci Ordu, Üçüncü Ordu ve Ege Ordusu olmak üzere dört ana orduya ayrılmıştır. Donanmamız da Karadeniz ve Akdeniz kıyılarımızı korumak üzerine teşkilatlanmıştır. Ancak gücümüzün kapsamı arttıkça bu teşkilat biçimi de değişecektir.
Daha önce, yurt içi güvenliğin ve yurt savunmasının “Ana Vatan Muhafızlarına” devredilmesi gerektiğinden bahsetmiştik. Türk Silahlı Kuvvetleri ise tamamen yurt dışı tehditlere odaklı şekilde mevzilenmeli ve buna göre çalışmalar yürütmelidir. Bize yönelik tehditleri, daha ülkemize sirayet etmeden yurt dışında bertaraf etmelidir.
Bizler dünya gücü olmak istiyor muyuz? Süper güç olmak istiyor muyuz? O hâlde dünyadaki kara ve deniz sahalarına ekonomik olduğu kadar, askerî olarak da hâkim olmak zorundayız. Bugün Amerika Birleşik Devletleri; ordu komutanlıklarını Kuzey Amerika, Güney Amerika, Merkezi Avrupa, Afrika, Asya ve Pasifik Kuvvetleri Komutanlığı olmak üzere ayırmış ve dünyanın bütün noktalarına, anında askerî operasyon yapabilecek konumda yerleşmiş vaziyette. Deniz hâkimiyetini sağlamak için de aynı şekilde 6 dev filo kurmuş ve bunları dünyanın çeşitli yerlerine konuşlandırmışlar. Bu filolar Amerika’nın Atlas okyanusu ve Pasifik okyanusu kıyılarına, Hint okyanusuna, Güney Amerika kıtası çevresine, Avrupa Kıyılarına, Akdeniz’e ve Doğu Asya kıyılarına mevzilenmiştir. Bu satırlar yazılırken Amerika’nın dünya kara ve denizlerini kontrol etmek için dünyanın çeşitli yerlerine kurduğu 139 adet üssü ve 1183 garnizonu vardır.
Lakin bu böyle gitmeyecek. Bizler, Türk milleti olarak tarihimizin görkemini geleceğe taşımalıyız. Kaybettiğimiz süper güç vasfımızı tekrar elimize almalıyız.
Aktif siyasetimizin ve yüksek teknolojiye dayalı olarak büyüyecek ekonomimizin de yardımıyla, dünyanın en büyük güçlerinden olacağız. Bu durumu askerî olarak da destekleyeceğiz ve önce bölgemizde, sonra da dünyanın geri kalanında baskın güç hâline geleceğiz. Bu anlamda bahsettiğimiz bu konsept değişimi, vizyonumuza ulaşmamızın altyapısını kuracaktır.
Zaten, daha önce belirttiğimiz yeni eğitim sistemi sayesinde, ülkemizin içinden büyük strateji dehaları çıkacaktır. Bu strateji dehalarının emrinde, güçlü ve adanmış bir ordu bulunduğu zaman, yeniden dünyanın en büyük ve en kudretli ülkesi olmamız sadece bir zaman meselesidir.
Akdeniz’de yapay adalar oluşturup buralara askerî üsler kurmak, 5. Kol faaliyetleri ile nüfuz alanımızı genişletip potansiyel düşmanlarımızı kendi ülkelerinde bertaraf etmek, sınırsız menzile sahip kıtalararası balistik füzelere ve bunların getirdiği caydırıcılığa sahip olmak, Amerika’nın yaptığı gibi ordularımızı dünya kıtalarını ayrı ayrı kontrol edecek şekilde konuşlandırmak ve daha nicesi… Bunlar, yürüyeceğimiz yolun sadece başlangıç aşamaları olacaktır.
Daha önceki yazdığımız konularda daima en ileri teknolojilerden ve devletimizin bu teknolojilere odaklanmış politikaları gütmesinin öneminden bahsettik. Ancak konu askerî teknolojiler olunca bu konuda fazla ayrıntı vermek ve gidilecek yolu açık etmek istemiyoruz –ki zaten diğer konu başlıklarında da yürütülecek teknoloji programlarının sadece küçük bir kısmından bahsettik.
Ancak şunu söyleyebiliriz ki bilim ve teknolojiyi, Türklük zekâsıyla bir araya getirdiğimizde ortaya çıkacak olan potansiyel, dünyada eşi benzeri olmayan bir güç yaratacaktır.