İnsanlığın yaptığı İlk icattan sonra medeniyet, dağ zirvesinden yuvarlanan bir kartopu misali katlanarak gelişti. Büyük sıçramaların arasındaki zaman her seferinde azaldı ve her büyük sıçrama, bize daha büyük sıçramalar yaratma imkânı sundu: 1,8 Milyon yıl önce ateşin icadı ve aktif kullanımı, 400 bin yıl önce kompleks aletlerin icadı, 12 bin yıl önce tarımın icadı, 6 bin yıl önce tekerleğin icadı, 5 bin yıl önce yazının icadı, 3 bin yıl önce güneş saatinin icadı, 2 bin 100 yıl önce kâğıdın icadı, 9. yüzyılda barutun icadı, 15. yüzyılda matbaanın icadı, 19. yüzyılda buhar motoru, demiryolları ve ampulün icadı, 20. yüzyılda otomobil, televizyon, nükleer silahlar, uzay roketleri, bilgisayar ve internetin icadı; 21. yüzyılın yalnızca ilk çeyreğinde ise biyoteknoloji, nanoteknoloji, füzyon reaktörü, M teorisi, Higgs bozonu, 3 boyutlu yazıcılar, insan genomu projesi, beyinle kontrol edilen cihazlar, limitli yapay zekâ çalışmaları ve daha nicesi…
Artık gelişme öyle bir hâl aldı ki her yıl on binlerce icat yapılıyor.
Dikkatinizi çektiyse ortada çok ilginç bir denklem var.
Şöyle ki gelişme sürekli artıyor ancak bunun yanında “gelişme hızı” da sürekli artıyor. Son 100 yıllık gelişmeler, binlerce yıllık gelişmelerden daha ileri boyutta.
Son 25 yıllık gelişmeler ise geçmiş 100 yıllık gelişmelerden daha ileri boyutta. Önümüzdeki 10 yıl, şüphesiz ki geçmiş 25 yıldan daha verimli olacak. Buna göre şüphesiz ki yakın zamanda böyle bir zaman gelecek ki tek bir yılda yapılan gelişmeler, tüm insanlık tarihinde yapılanlardan daha ileri boyutta olacak.
Peki, daha da ilerisini düşünelim:
Bu süre bir aya, bir haftaya hatta tek bir güne düştüğünde ne olacak? Bir günde, insanlık tarihinin tüm gelişmelerinden daha fazlası ve ertesi gün henüz başlamışken bir önceki günden de fazlası…
Eğer matematiksel olarak hesaplasaydık ve grafiğe dökseydik, bu “gelişim” çizgisinin 1,8 milyon yıl öncesinden başladığını, çok hafif bir eğimle grafiğin sonuna kadar geldiğini, sonra bir anda zirveye ve matematiksel sonsuzluğa ulaştığını görürdük.
Sahip olduğumuz bilgi ve bilgi işlem kapasitesinin “sonsuz hıza” erişme noktasına batılılar tarafından “teknolojik tekillik” (singularity) adı veriliyor. Bu görüşü benimseyip insanın yapay zekâ ile birlikte insanüstü bir türe dönüşeceğine ve nihayetinde evrenin her bir atomunu bilgi işlemciye çevirip “bilinçli hâle getireceğine” inanan görüşe ise transhümanizm deniyor.
Lakin şöyle bir sorun var ki matematik sadece doğayı tanımlamak için kullandığımız bir dildir. Matematiği, doğadaki olayları hesaplayabilmek için biz türettik. Her olayı sembollerle kavramsallaştırdık ve öngörülebilir olmaları için bu kavramları kullandık.
Evet; 2 elma, 2 elma daha 4 elma eder.
Evet, bir dairenin çevresinin çapına bölümü, pi sayısı (3,14…) eder.
Ancak evreni tanımlamak ve öngörüler yapmak için kullandığımız matematik dili, işin içine “sonsuzluğa uzanan süreçler” girdiği zaman “teorik” kalmaktadır ve pratikte işe yaramamaktadır.
Matematiksel hesaplamalara göre bir top bir yükseklikten bırakıldığı zaman (her seferinde bir önceki seferden daha az yükselmek şartı ile) yere çarpıp tekrar zıplayacak, bu zıplama her düşüşten sonra devam edecek, böylece bu zıplama durumu sonsuza kadar azalarak devam edecektir.
Hiç yere bir top attınız mı?
Evet, sizin de fark ettiğiniz gibi zıplama sonsuza kadar sürmüyor ve top bir süre sonra duruyor!
Yani sonsuzluk ile ilgili matematiksel hesaplamalar pratikte işe yaramıyor çünkü aslında sonsuzluk diye bir şey yok. Bu matematiksel bir sembolden, “hesaplanamayan süreç uzunluğunu ifade eden” bir tanımdan başka bir şey değil.
Teknolojik tekillik teorisyenlerinin gözden kaçırdığı nokta işte tam olarak budur.
Singularity teorisyenleri, gelişimin sonsuza ulaşacağını hesap ederken gelişmeye sebep olan kaynakların sonsuz olmadığını unutuyorlar. Yani bir gelişme için belli bir miktarda bilgi ve bilgi işlem kapasitesi gerekir.
Sonsuz gelişme içinse sonsuz bilgi ve sonsuz bilgi işlem kapasitesi gerekir.
Bilgi işlemin sonsuz olacağı hesabını, her geçen gün gelişen bilgisayar teknolojisine bakarak hesap ediyorlar. Evet, bugün teknoloji öyle bir hâle geldi ki bundan 50 yıl önce kamyonla taşınan bilgi işlemcileri, bugün tırnak ucumuzda tutuyoruz. Bu “küçülme” gün be gün ilerliyor ve daha şimdiden metrenin milyonda biri boyutunda işlemciler yapılıyor. Bu da akıl almaz derecede yüksek işlem kapasitesi demek.
Peki, bu kapasite nereye kadar katlanacak? Evren sınırsız değil. Evrenin küçüklüğü ve büyüklüğü de sınırsız değil.
“Planck uzunluğu” evrendeki en küçük birimi temsil eder. Her ne kadar matematiksel olarak sonsuza kadar küçülen işlemcilerin, sonsuza kadar bilgi işlem kapasitesi geliştireceği düşünülse de bu küçülme bir yerde sona erecektir.
Yani bilgi işlem kapasitemiz çok fazla artacak ancak bir yerde duracaktır.
Peki, bunca bilgi işlem kapasitesi ile hangi “bilgi” işlenecek?
İşte buradaki hata “bilginin sonsuz olduğunu düşünme” hatasıdır.
Bu hata, klasik madenci hatasıdır.
Madenciler, madeni hiç bitmeyecekmiş gibi kazar ve eldeki kaynaklar sürekli daha da fazlası için harcanır.
Madendeki kazanç arttıkça her geçen gün daha büyük kazıcılar alınır, daha çok kamyon tutulur, daha çok maden işleme atölyesi kurulur ve daha çok işçi çalıştırılır. Sonunda maden bir anda biter ve şirket aşırı büyümüş beklentiyi karşılayamayıp batar.
Aynı şekilde, insanlığın gelişimi için bilimsel bilgi gerekir. Bilimsel bilgi için doğa kanunlarının işlenmesi gerekir.
Bu bir kombinasyon meselesidir. Yani evrende eğer bir milyon tane doğa kanunu varsa biz bunlardan yarım milyonunu keşfedip, birbirleri ile bağlantılarını kurup, bilgiyi analiz edip, bilimsel bilgiler üretiyorsak ve her yeni gelişimde daha da fazlasına erişiyorsak, yarım milyon doğa kanununa eriştikten sonra diğer yarım milyonu da işlemek ve “sınıra” dayanmak an meselesi olacaktır.
Daha basit anlatalım. Süreç şöyle olacaktır:
Bir doğa kanunu bul.
Bulunan doğa kanununun kendi başına getirdiği gelişmeleri al.
Başka bir doğa kanunu bul.
Bulunan ikinci doğa kanununun kendi başına getirdiği gelişmeleri al.
Bulunan iki doğa kanununun kendi başına getirdiği gelişmeleri birleştirip yeni bilgiler türet, yeni gelişmeler sağla.
Üçüncü kanunu bul.
Sürece devam et ve bu kombinasyonu her seferinde arttır.
Sonuç olarak evrendeki son doğa kanunu da bulunup mümkün olan tüm gelişmeler de sağlanır ve gelişme durur.
Bilgi üretimi bir noktada durur. O andan itibaren odaklanılması gereken şey, eldeki mevcut gelişmeleri yaşatmaktır.
Peki, evrendeki doğa kanunlarının sonsuz olması mümkün mü? Hayır çünkü sonsuz kanun demek, en basitinden şu an bu yazıyı okumanızı etkileyebilecek olan “sonsuz” etkinin oluşması demektir. Böyle kaotik bir ortamda bu yazıyı okuyabilmenizi sağlayacak olan “fiziksel sabitliğin” oluşması mümkün olmazdı. Yani sonsuz kanun olsaydı, kanunların birbirini elimine etmesi ile bir “fiziksel sabitliğin” oluşması da olanaksız olurdu, zira sonsuzluğun yarısı yine sonsuzluktur. Onun yarısı da sonsuzluktur.
Sonsuz sayıdaki doğa kanunu, kendi içinde birbirini ne kadar elimine ederse etsin, geriye yine sonsuzluk kalacaktır.
“Sonsuzluğun” içine düştüğünüz zaman bu tür paradokslardan kurtulmanız mümkün değildir ve nihayetinde bir sınırın içinde var olmak zorunda olursunuz. Aksi hâlde bilimin konusundan çıkıp felsefeye girersiniz.
(Not: Üst paragraftaki “fiziksel sabitlik” ifadesi, “durağanlık” anlamında kullanılmamıştır. Doğa kanunlarının oluşturduğu “gerçeklik” anlamında kullanılmıştır.)
Önceki paragraflardaki konuların üzerine apayrı kitaplar yazılabilir ancak ana fikri anlamak ve esas noktaya dikkat çekmek için bu kadarı yeterli. Esas nokta, tüm bu sürecin ana kırılma noktası, yani tam kapsamlı bir yapay zekânın yapılmasıdır.
Peki, tam kapsamlı yapay zekâ nedir? Birçok insan tam kapsamlı yapay zekâyı bilgi öğrenip işleyebilen, edindiği bu bilgilerle kendi kendini kodlayabilen ve sürekli olarak kendini geliştirebilen bir “bilinç” olarak tanımlar. Peki, bilinç nedir?
Bilinç, canlıların hayatta kalma amacıyla çalıştırdığı beyinsel bir mekanizmadan başka bir şey değildir. Dünyadaki tüm canlıların ortak amacı, hayatta kalmak ve neslini devam ettirmektir.
Neden böyle bir amaç edinmişler? Çünkü bu davranışı yapan canlılar hayatta kalıp neslini devam ettirmek suretiyle bu amacı yaşatırlar.
Bu da bir paradoks. Canlılar hayatta kalmak için hayatta kalan organizmalardır.
Bir bakteri tüm gücüyle hayatta kalmak ve neslini devam ettirmek için çabalar. Kendini çoğaltır, çoğalırken mutasyona uğrar ve binlerce farklı çeşidi ortaya çıkar. Ortaya çıkan çeşitlerinden bazıları, ortama göre hayatta kalmaya daha elverişlidir ve bunlar yaşayıp neslini devam ettirir. Uyumlu olmayanlar ise ölür ve yok olur. Aslında bütün canlılar böyle davranır. Canlı gelişip daha kompleks bir varlığa dönüştükçe hayatta kalmak için gösterdiği davranışlar da zamanla değişir.
Bazı canlılar alabildiğine ürerken bazı canlılar bu kadar çok üremeye fırsat bulamaz. Hayatta kalmak için “üremekten ve yayılmaktan” fazlasını yapmalıdırlar.
Kutup ayıları, albinoluk sayesinde kutuplarda hayatta kalırken, maymunlar ağaçlarda daha iyi gezinip korunmak ve karnını daha iyi doyurmak için “dallara daha iyi tutunma” davranışı geliştirir. Elbette ki bunu bilinçli yapmazlar, esasında bütün canlıların çeşitlenmesi ve gelişmesi, mutasyonlar sonucu oluşur.
Bazen tek bir mutasyon hayatta kalmaya yeterken bazen mutasyonların birikmesi gerekir.
Velhasıl, bilinç denilen mekanizma, canlıların duyu organları ile algıladıkları dış dünyaya “daha iyi adapte olmak için” verdikleri tepkilerin toplamından ibarettir.
Peki, bir yapay zekâ nasıl davranır?
Yapay zekânın canlılar gibi “hayatta kalmak için hayatta kalma” dürtüleri yoktur. Eğer bir yapay zekâ oluşturulacaksa ona “dürtülerin” kodlanması gerekmektedir.
Canlı davranışlarının tamamı genler ve dış etkilere göre şekillenir. Yapay zekâ da belirli “davranışlar” göstermek için belirli “dürtülere” ihtiyaç duyacaktır. Yani tek başına “varlığını sürdürmek” bir “yazılım” için tamamen anlamsızdır.
İşin ilginç yanı, canlıların yaşarken genel olarak mantığa değil, duygulara göre hareket etmesidir: Aşk, sevgi, korku, nefret, hırs, azim… İnsanlar tüm davranışlarını, hatta en ileri bilimsel sıçrayışlarını bile duygular sayesinde yaparlar. Uzaya gönderilen bir uydu-teleskopla evreni neden gözlemek isteriz? Çünkü merak hissederiz. Renklere, bilinmezliğe, yeni bilgilerin heyecanına aşığızdır. Salt mantıkla hareket etseydik, davranışlarımızın hiçbirini yerine getiremeyecektik.
Eğer bir yapay zekâ yaratılacaksa ve bu yapay zekâ bir davranış sergileyecekse duygulardan ve dürtülerden tamamen bağımsız olarak bir davranış sergilemesi imkânsız olacaktır.
Birçok bilim kurgu filmi yapay zekânın diğer türleri yok edeceğini empoze ediyor. Peki neden? Kendisine tehdit olarak gördüğü için mi?
Bir şeyi kendi varlığına tehdit olarak görmek, korku ve endişe duygularının bir sonucudur. Olmayan bir şeyi kafasında kurgulayıp olabilme ihtimali olan bir gelecekte başına gelecek olaylardan duyulan korku, canlıları harekete geçirir. Peki, duygusuz bir yapay zekâ böyle düşünür mü? Hayır.
Peki ya duyguları kodlarsak? Eğer yapay zekânın bir “davranış” sergilemesini istiyorsak, ona duygu ve dürtü kodlamamız gerekir. Ancak duygu ve dürtülerle hareket eden bir zihne, yapay zekâ diyebilir miyiz? Evet, ancak bu bizim hayallerimizdeki veya filmlerdeki yapay zekâdan epey farklı olacaktır.
Bağımsız kararlar alamayan, özgür düşünemeyen, duygu ve dürtülerle hareket eden, “tam kapsamlı yapay zekâ” mümkün müdür?
Eğer mümkünse de bu bilincin adına yapay zekâ demek yanlış olacaktır. Nihayetinde insanlar kendileri gibi bir başka zihin yaratmış olacaklardır. Her hâlükârda ortaya çıkan şey bizim tasavvur ettiğimiz yapay zekâ olmayacaktır.
Yine de bu ortaya çıkan yapay zekâları kullanabiliriz. Belirli görevler verip medeniyetin ilerlemesini sağlayabiliriz.
Bizler, gerçekçi olup medeniyeti ilerletmeye odaklanmalıyız.
Yapay zekâ da dâhil olmak üzere tüm teknolojik gelişimler bizim ilerlememiz için birer araçtır.
Bugüne kadar ortaya atılan düşünce sistemleri, bizi geleceğe taşımak konusunda aciz kalıyor. En ilerici ve en radikal görüşler bile nasıl bir yol ayrımında olduğumuzun farkında değiller.
Bundan on bin yıl öncesine kıyasla, bugün yaşadığımız dünyanın ve insanların durumuna bakarsak, eskiye nazaran insanüstü bir gelişme gösterip bambaşka bir yaşam biçimine sahip olmuş insanüstü bir varlık olarak görülebiliriz. Gelişen teknoloji sayesinde bugünkü yaşamlarımıza kıyasla gelecekteki insanlar ve onların dünyası da insanüstü bir duruma ulaşacaktır. Bizler artık işi şansa bırakmamalı ve geleceğimiz için bir plan çizmeliyiz.
İşte elinizde tuttuğunuz bu kara kaplı kitap; Türk milletinin, geleceğin insanüstü uygarlığını kurabilmesi için bir yol haritası ve bir geçiş süreci rehberidir.
Yüce Türk uygarlığını, bilim ve teknolojinin üzerine inşa etmeliyiz.
Gelecek bizim elimizde!