Irkımızın bu zor ve karanlık günlerinde bazı aklı başında devlet insanları ile birlikte nadir şekilde ileri görüşlü olan padişahlarda çıkıyordu ve ülkeyi kurtarmak için çareler düşünüyorlardı. Lakin bir şeyleri yıkmak maalesef düzeltmekten daha kolaydır.
Kendi şahsi menfaatleri uğruna devleti zayıflatan, düzeni bozan, çıkarcı şahıslar her yeri kaplamıştı. Türk İmparatorluğu’nun ayağına kadar çok büyük fırsatlar geliyordu ancak düzen bozucular her yerdeydi ve bu eşsiz benzersiz fırsatları her seferinde mahvettiler.
Ülkemizde bilim ve teknoloji gelişmiyordu. Modernizasyon yoktu. Çağa ayak uyduracak sistemler üretemiyorduk. Ateşli silahlarımız dünyanın geri kalanından daha kötü durumdaydı. Gemi teknolojimiz iyi değildi. Yönetim sistemimiz bozuktu. Teşkilatlanmamız düzensizdi ve bu düzensizlik giderek artıyordu. Buna rağmen eşsiz ve benzersiz tarihimizin, dünya halkları üzerindeki etkisi sayesinde, birçok büyük bilim insanı ve mucit Türk imparatorluğuna geliyor ve yaptıkları muhteşem eserleri imparatora takdim ediyorlardı. Maalesef bütün bu çabalar da sonuçsuz kalıyordu çünkü şahsi menfaatlerine zarar gelmesini istemeyen bazı kimseler, bu gelişmelere bilerek ve isteyerek engel oldular.
Bu konuya hemen bir örnek verelim.
1847 yılında daha sonra devrin iletişim teknolojilerinin zirvesi olacak olan “telgraf” henüz yeni icat edilmişken mucitleri İstanbul’a gelir ve bu icat Türk imparatoru Sultan Abdülmecid’e takdim edilir.
Mucitler, bu teknolojinin nasıl icat edildiğini, nasıl kullanılabileceğini ve geleceğin dünyasını nasıl şekillendireceğini tek tek izah ederler. Gerçekten de o dönem için telgraf dünyanın en önemli icadıdır çünkü haberleşmeyi aşırı derecede kolaylaştırmakta ve aşırı derecede hızlandırmaktadır.
O dönemde bir şehirden başka bir şehre haber gitmesi için bir atlının günlerce yol tepmesi gerekiyordu. Telgraf kadar hızlı bir haberleşme hayal dahi edilemezdi. Bu icat sayesinde çekilecek tek bir hatla, iletişim saniyelere kadar düşüyordu.
Hızlı iletişim sağlayan bir devlet, bu teknolojiyi otoritesini güçlendirmek ve olaylara anında müdahale etmek için elbette ki kullanacaktır. En bariz şekilde bir ordu için en önemli şeylerden birisi haberleşmedir. Sınırlarınıza yabancı bir ordunun girdiğini bir gün sonra aldığınız zaman uygulayacağınız tedbirlerle anında haber alıp uygulayacağınız tedbirler tamamen farklı olacaktır. Savaş alanında anlık olarak şehirler ve birlikler arası haberleşme yapmak bu teknolojinin sahibine zaferi bir adım daha yaklaştırır.
Eğer telgraf teknolojisi erkenden imparatorluğa tam manası ile entegre edilebilseydi, iletişim teknolojimiz diğer bütün devletlerin önüne geçseydi, devlet olarak çok hızlı bir şekilde toparlanmamızı sağlayabilirdi ve düşmanlarımıza karşı kesin bir üstünlük kazanabilirdik. Sultan Abdülmecit bu icadı çok başarılı buldu ve derhâl İstanbul ile Edirne arasına bir deneme hattının çekilmesini emretti. Peki, ne oldu biliyor musunuz? Devrin Edirne valisi, Edirne’de yaptığı yolsuzluklardan padişahın haberinin olmasını istemiyordu ve telgraf hattını sabote etti. Yandaşları sayesinde sanki bu icat işe yaramazmış gibi bir hava oluşturdu. Ayrıca mucitlerin tekrar sultanın huzuruna çıkmasını engelledi. Onları her gelişinde bekletti ve padişahın haberi yokken çeşitli bahanelerle onları oradan uzaklaştırdı.
Yani koskoca imparatorluk bir tek insanın şahsi menfaatleri yüzünden çok ileri bir teknolojiden mahrum kalmıştı. Bu sabotajlar yüzünden telgraf teknolojisinin Osmanlı İmparatorluğu’nda yaygınlaşması 8 yıl gecikmiştir. Bu 8 yıl içerisinde, imparatorluğun rakipleri bu teknolojiyi çoktan elde etmiş ve kullanmaya başlamıştı. Bu teknolojiyi elde etmenin ve kullanmanın kaçınılmaz olduğu açığa çıktıktan sonra ilk defa Kırım’dan İstanbul’a hat çekildi ve bu haberleşme ağı, savaş alanında inanılmaz derecede faydalı oldu.
Tarih bize, teknolojiye dayanan milletlerin nasıl yükseldiğini sürekli hatırlatmaktadır. Türkler Metehan’dan beri askerî teknolojilerde daima en ileri milletlerden biriydi. Özellikle Osmanlı Türkleri, kuruluş ve yükseliş devirlerinde, devrin en ileri askerî teknolojilerine sahiptiler.
Fatih Sultan Mehmed Han’ın elindeki top gücü, o zaman için dünyanın en ileri ateş gücüydü. Top çağından öncesinde de Türk okları dünyanın en kaliteli, en uzun menzilli ve en pratik savaş aletleriydi. Lakin zaman içinde yozlaşma ve entrika yüzünden teknolojiler geri plana atıldı. İmparatorluğun son dönemlerinde devletin içerisindeki menfaatçi entrikacıların ülkeye verdiği zararlar yetmezmiş gibi bir de dış devletlerin sürekli tahrik ettiği etnik problemler baş gösterdi.
Türk imparatorluğu, bünyesinde çok fazla sayıda etnik unsuru barındırıyordu ve bu azınlıklar uzun yıllar boyu Türklerin adaleti altında özgürce yaşadılar. Bu konuya özellikle dikkat çekmek gerekir. Orta Doğu gibi bir coğrafyanın yüzyıllar boyunca savaşsız ve huzur içinde yaşadığına, tarih çok az tanıklık etmiştir. Batılı tarihçiler bu döneme “Pax-Ottomana” yani “Osmanlı Barışı” dönemi adını verirler.
Sayısız dinden ve ırktan insan bir arada birbirine karışmadan kendi özünü koruyarak huzur içinde yaşamını sürdürürken imparatorluğun zayıf düşmesi ile birlikte bu azınlıklar teker teker isyan etmeye başladılar. Sadece isyan çıkarmakla kalmıyorlardı, aynı zamanda devletin iç kademelerinde de örgütleniyorlar ve devleti içeriden yıkmaya çalışıyorlardı.
Bu etnik ihanetleri başlarda daha çok Türk ve Müslüman olmayan Hristiyan azınlıklar yaptıysa da zaman içerisinde hem balkanlarda hem de Orta Doğu’da diğer Müslüman azınlıklar da imparatorluğun aleyhine icraatlar yapmaya başladılar. Devletin içerisine girebilmeyi başarmış azınlıklar devleti içeriden vuruyor, devletin içine giremeyenler ise çeşitli yerlerde çeşitli problemler çıkarıyorlardı.
Bazı padişahlar her ne kadar bunlara karşı tedbir almaya çalıştıysa da yangın o kadar büyüktü ki söndürmek mümkün olmuyordu. Koskoca devlet parça parça olmuş bir kumaş gibiydi. Bir yer yama yapılırken başka bir yer sökülüyordu. Bir yangın dindirilirken bir başka yerde alevler yükseliyordu. Üstelik bu azınlıklar dış ülkelerden sürekli olarak destek gördüler ve gittikçe daha fazla can yakmaya başladılar. İmparatorluğun toprakları yavaş yavaş elden çıkmaya başladı.
Bu çöküş sürecinde bazı devlet insanları ve düşünürler, imparatorluğun çöküşten kurtulması için çeşitli fikirler ortaya attılar.
Örneğin bir grup, imparatorluğun içerisinde yaşayan azınlıklara daha fazla hak ve özgürlük verildiği zaman bu ihanetlerin ve isyanların önüne geçilebileceğini düşünüyordu. “Osmanlı Vatandaşı” fikri buradan doğmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yaşayan bütün insanları her açıdan eşit kabul eden yasalar, imparatorluğun çöküş döneminde “yenilik” adı altında sıkça uygulamaya konmuştur. Lakin bunlar azınlıkları dindireceği yerde daha da azdırmıştır. Sürekli daha fazla hak isteyen, sürekli daha fazla taviz ve imkân isteyen azınlıklar, imparatorluğu tahtakurusu gibi içten içe yemeğe başladılar.
Hâl böyle olunca bir başka grup düşünür, Osmanlı vatandaşı fikrinin işe yaramadığını, bunun yerine İslamcılığın uygulamaya konması gerektiğini savundular. Evet, gerçekten de din bağı ve din kardeşliği duygusu, vatandaşlık bağından daha sağlam görünmektedir.
Çeşitli çevreler tarafından benimsenen ve uygulamaya konan bu görüş, Türk olmayan Müslümanların bir kesimi üzerinde etkili olduysa da genel olarak imparatorluğun çöküşüne engel olamadı.
Dış ülkeler yaptıkları aralıksız saldırılarla ordumuzu zayıf düşürüyor ve bizden toprak koparıyorlardı. İçerdeki ayrılıkçılar, dış ülkelerden destek toplayıp imparatorluğun her bir noktasında sürekli isyan çıkarıyorlardı. Devletin içindeki kimseler, şahsi menfaatlerini devletin ve milletin önüne koymuşlardı. Ülkenin gerçekten kurtulmasını isteyen devlet insanları, düşünürler ve siyasetçiler bile ülkenin nasıl kurtulacağı konusunda birbirleriyle sürekli kavga ediyor ve düşmanlık yaratıyorlardı.
İmparatorluk öyle bir döneme girmişti ki artık hangi padişahın ne kadar toprak aldığı değil, hangi padişahın “ne kadar az toprak kaybettiği” konuşulur olmuştu. Daha az toprak kaybeden bir padişah veya paşa daha başarılı görülüyordu.
Türk tarihinin bu dönemi, bugün Türkiye’de yaşayan insanlar tarafından da sık sık tartışılır. Tıpkı o gün orada insanların doğru ve yanlış üzerinde tartıştıkları gibi devlet adamlarının, düşünürlerin, gazetecilerin veya üniversite öğrencilerinin sürekli olarak birbirini yediği gibi bugün de tarihin o dönemi hakkında sürekli olarak bir ayrışma vardır. En çok tartışılan dönemlerden bir tanesi, Sultan 2. Abdülhamit dönemi ve arkasında gelen İttihat ve Terakki’dir.
Sultan Abdülhamit başa geldiği zaman ülke büyük bir ekonomik sıkıntının içerisindeydi. Ülkede bilim ve teknolojinin namına neredeyse hiçbir şey üretilmiyordu. Sanayi gelişmemişti, tarım bozulmuştu, ticaret ise dış ülkelerin kapitülasyonları sebebiyle faydadan çok zarar sağlıyordu. Ülkenin dört bir yanında isyanlar vardı ve ordu geri kalmıştı. Eğitim çok rezil bir durumdaydı ve yaygın değildi. Ayrıca dış ülkeler hiç boş durmuyor, Osmanlı topraklarından pay kurtarabilmek için birbirleriyle sürekli pazarlık ediyorlardı.
Sultan Abdülhamit, ordunun çok kötü bir durumda olduğunu bildiği için düşmanlarına karşı “doğrudan savaş çıkarmadan” başarılar kazanmaya odaklanmıştı. Elbette ki “savaşmadan savaşmanın” en etkili yöntemi istihbarat teşkilatıdır. Bu yüzden sultan, o güne kadar görülmemiş ölçülerde devasa bir istihbarat ağı kurdu ve hem ülke dışında hem de ülke içinde bu ağı her yere yaydı. Çok derin istihbarat ağına sahip olan devletler çok fazla bilginin getirdiği paranoyaklık sebebiyle doğal olarak baskıcı bir yönetim uygularlar. Bu kaçınılmazdır. Sultan Abdülhamit de ülkedeki iç isyanların kökünü kurutmak, başkaldıranların başını ezmek ve ülkeyi eski zamanlarda olduğu gibi tek bir güç tarafından yönetmek istediği için baskının dozajını arttırdı.
Esasen bu durum başarılı da oldu.
İsyan çıkarma hazırlığında bulunan ayrılıkçılar önceden tespit edilip cezalandırılıyor, hükûmeti devirme planları yapan muhalifler fark edilip ortadan kaldırıyor veya ülkenin içerisine girmiş bulunan ajanlar tespit edilip yok ediliyordu.
Sultan Abdülhamit ayrıca hem iç politikada hem de dış politikada son derece gerçekçi bir tavır takınmıştır.
Dış ülkelere karşı gücünün yetmeyeceğini bildiği için bu ülkeleri birbirlerine karşı kullanıp aralarında bir denge mekanizması oluşturmaya çalışmıştı. Aynı şekilde ülkedeki iç isyancılarla sürekli olarak mücadele edemeyeceğini bildiği için de bu farklı etnik grupları birbirleriyle çatıştırma yoluna gitmişti. Büyük İskender’in hocalarından kalan bilindik bir miras: Böl, parçala ve yönet.
Sultan Abdülhamit, bu taktiği özellikle de balkanlarda farklı inanç, farklı ırk ve farklı görüşteki grupları birbirlerini düşürmek için kullanmış ve onların arasında çıkan bu kaostan fayda sağlamıştır. İsyancı grupları birbirine düşürüp, zayıflatmış, ondan sonra da bu küçük lokmaları tek tek yutmuştur. Elbette ki bu politikalarını sadece balkanlarda uygulamadı. Orta Doğu’da ve hatta Doğu Anadolu’da da uyguladı.
Çölde İngilizler tarafından sürekli tahrik edilen Arap kabileleri bir araya gelirse imparatorluğa karşı çok büyük bir kuvvet ortaya çıkaracaklardı. Topluca isyan ederlerse imparatorluk bu isyanı bastırmak da zorlanacaktı. Sultan bunu çok iyi bildiği için Arap kabileleri arasında anlaşmazlıklar çıkartmış veya onları birbirine düşürmüştür. Çöldeki kabilelerin arasına ajanlar göndermiş, bu kabilelerin birbirleri ile savaşması için elinden gelen her şeyi yapmıştır.
Suriye, Filistin ve Irak dolaylarında özellikle de Müslüman olmayan gruplarla Müslümanların arasını açıp birbirlerine girmelerini sağlamıştır.
Doğu Anadolu’da bile Ruslar tarafından sürekli olarak desteklenip isyan çıkartmaya teşvik edilen Ermenilere karşı hemen yanı başında duran Kürtlerden oluşmuş “Hamidiye” alayları kurmuş ve savaştırmış, böylece Kürtlerle Ermeniler arasında daha önce var olan düşmanlığı daha da arttırmıştır.
Bütün bu kaos ve çatışma ortamında devletin ayakta kalması ve birbirini yiyen bu grupların üzerinde bir “hakem” rolü oynayabilmesi için istihbaratı çok yoğun bir şekilde kullanmış ve ister istemez geniş bir baskı ağı kurmuştur.
Bu noktada Sultan Abdülhamid’e yapılan en yoğun eleştiri, onun kana susamış bir “Kızıl Sultan” olduğu eleştirisidir. Lakin Sultan Abdülhamit kana susadığı için böyle şeyler yapmamıştır. Bilakis imparatorluğu ayakta tutabilmek için zaman kazanmaya çalışmıştır. Ekonominin yerle yeksan olduğu, ordunun aşırı derecede güçsüz düştüğü, dış ülkelere karşı mücadele etmenin imkânsız olduğu ve iç isyanların ortalığı kasıp kavurduğu bir dönemde, son derece realist ve Makyavelist bir strateji uygulamıştır.
Bu realist strateji sayesinde, imparatorluk tamamen dağılmadan 30 yıl daha ayakta kalabilmeyi başarmıştır. Ancak yine de ne kadar zeki olursanız olun, ne kadar realist strateji güderseniz güdün, daima başarılı olmanız mümkün değildir. Toprak kaybı ve zayıflama kaçınılmazdır, özellikle karşınızda devasa imparatorluklar varsa.
Evet, bizim karşımızda sanayi devrimini başlatmış ve dünyanın hemen hemen yarısını sömürgeleştirmiş, dönemin süper gücü olan İngiltere vardı.
Bizim karşımızda sınırsız topraklara sahip, kendi içerisinde bir bütün olmuş, demir yumrukla yönetilen, sanayileşmiş ve sürekli olarak Türklere kin güden bir Rus İmparatorluğu vardı.
Bizim karşımızda İngiltere’nin müttefiki olup dünyayı bir pasta böler gibi bölüp paylaşmış olan, sanayileşmiş ve ilerlemiş Fransız İmparatorluğu vardı.
O dönemdeki dünya bugünkünden çok farklıydı. Bugün dünyada neredeyse 200 tane ülke var ve her biri farklı politikalar uygulayıp kendi ayakları üzerinde durmaya çalışıyor. Böyle bir durumda kalabalığın içerisine karışıp ayakta durmak ve farklı ülkelerin arasında denge mekanizması kurmak kolaydır ancak Sultan Abdülhamit devrinde dünyada 25-30 kadar ülke vardı ve bunlar dünyayı çoktan bölüşüp paylaşmışlardı.
Diplomasi ile sorunların üstesinden temelli gelebileceğiniz bir ortam yoktu. Bir ülkeyi memnun edip bir başkasıyla onun arasında denge kurabilirsiniz ancak bu uzun süre devam etmez. Sonuçta onlar sanayileşmiş, ekonomik sıkıntıları olmayan güçlü imparatorluklar ve siz onlara göre parçalanıp bölüşülmeye hazır bir sömürge adayından ibaretsiniz.
Velhasıl 33 yıllık hâkimiyeti süresince Sultan Abdülhamit Han, eğitime ve imar hareketlerine son derece önem vermesine ve güçlü bir istihbarat ağı kurmasına rağmen toprak kayıplarını önleyememiştir. Yaşı da iyice ilerleyen sultan, ülkesinde kendisine karşı yaygınlaşan memnuniyetsizliğin önüne geçememiştir. “İttihat ve Terakki” cemiyeti, sultana karşı oluşan bu memnuniyetsizliğin dışavurumu olarak ortaya çıktı.
İttihat ve Terakki, Makedonya merkezli olarak ortaya çıkmış bir cemiyetti. İlk olarak öğrenciler, gazeteciler ve farklı etnik grupların “liberallik” arayışıyla doğmuştu. Zaman içerisinde farklı görüşleri benimseyen kişilerin katılımıyla cemiyet farklı bir hâle büründü. Değişik gruplar hâlinde hükûmeti değiştirmeye veya en azından taleplerini kabul ettirmeye çalıştılar.
Sultan Abdülhamit, başlarda bu örgüte karşı çok sert tedbirler almadı. Örgütün ileri gelenlerini ve bazı örgüt üyelerini sürekli tutuklatıp daha sonra tekrar serbest bırakıyor, devletin onları izlediğini hissettiriyor ve yıldırmaya çalışıyordu. Ancak ülkenin dört bir yanındaki kaos ortamı sebebiyle kaçınılmaz olarak işler radikalleşmeye başladı.
Muhalifler, hükûmetin bakanlarına suikast düzenlemek ve hatta daha da ileriye giderek bizzat sultana darbe yapmak için planlar kurmaya başladılar.
Bu hazırlıklar ortaya çıktıktan sonra Sultan Abdülhamit, örgütü dağıtmak için harekete geçti. Birçok kişiyi tutuklattı ve ülkenin çeşitli yerlerine sürgüne yolladı. Bu aşamadan sonra muhalifler, sultanın elinin altında kalmamak için daha çok Avrupa merkezli olarak örgütlenmeye başladılar.
Çeşitli kaos ve kanlı olaylardan sonra askerî öğrenciler ve subaylar arasında da muhalif kesim örgütlenmeye başladı ve bu muhalifler, İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında güçlerini birleştirdiler.
İşin içine eli silahlı askerler girince doğal olarak örgüt farklı bir yapıya büründü. Gizlilik arttırıldı, örgüt içerisindeki disiplin ve kurallar katılaştırıldı. Örgüt, hükûmete muhalif bir öğrenciyi veya gazeteci grubu olmaktan tamamen çıkıp silahın üstüne el basarak yemin edilen ve yoldan dönenin öldürüldüğü militarist, radikal bir yapıya büründü.
Evet, dört bir yanda ajanların cirit attığı ve ülkenin hemen her köşesinde sürekli olarak kan döküldüğü bir ortamda elinizde çiçekle, kalemle ve kâğıtla bir şeyleri değiştiremezsiniz. Son derece sert, acımasız ve radikal bir yapıya bürünmezseniz, böyle bir atmosferde var olmanız mümkün değildir. Onlar da bu yoldan gittiler ve ordunun çoğunu ele geçirdiler.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı bu noktada yapılan birçok eleştiri vardır. O dönem, hükûmete ve devletin üst düzey yönetimine karşı mücadele eden birçok ayrılıkçı ve sapkın grup vardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, ülkenin başındaki hükûmeti devirmek ve yönetimi ele almak için bu tür bazı gruplarla bazı noktalarda temas ettiği eleştirisi daima yapılır. Ancak bu durum vatan haini oldukları için yaptıkları haince eylemler değildir. Zaten o dönemde bütün bir ülke kaynayan kazan gibi olduğu için İttihat ve Terakki’nin içerisine de bu tür art niyetli kişilerin girmiş olması ve bunlara göz yumulmuş olması son derece doğaldır. Burada yöneltilen eleştiri şudur: Ülkenin parçalanmasını isteyen insanlar mı İttihat ve Terakki’nin içerisindeki Türk subaylarını kullandı yoksa Türk subaylar mı devletin başına geçebilmek için bu insanları kullandı?
Kendilerini topyekûn yenilikçiler ve ilericiler olarak adlandıran bu örgüt, gayriresmî bir yapıda olduğu için yurt dışında birçok farklı toplantı yapıyor, birçok farklı dergi ve gazete çıkarıyor ve faydalanabileceği herkesi bünyesinde topluyordu. Elbette ki Fransa, İngiltere ve yahut Almanya, Osmanlı’yı kurtarmak isteyen bu romantik genç idealist insanlara destek verecek değildi. Onlar da bu örgütü, imparatorluğu zayıflatmak için bir araç olarak kullanıyorlardı.
Avrupalı devletlere göre imparatorluğun içerisinde ne kadar çok ayrı görüş ortaya çıkarsa, ne kadar çok farklı fraksiyon var olursa ve hükûmete karşı ne kadar çok isyancı yapı kurulursa o kadar iyiydi. Bu yüzden örgüte desteklerini esirgemediler.
Not olarak eklemek gerekir ki Mustafa Kemal Atatürk de o dönemde yakın arkadaşlarının ısrarıyla kısa bir süreliğine İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girmiştir. Lakin Mustafa Kemal Paşa, ittihatçıların askerler içerisinde askerî hiyerarşiden ayrı bir “örgüt hiyerarşisi” kurmasını son derece tehlikeli olarak görüyordu. Askerlerin siyasete karışmasının orduyu böleceğini ve bunun da devlet için son derece büyük bir zaaf oluşturacağını öne sürüyordu. Bu anlamda İttihat ve Terakki’nin birçok toplantısında örgütü doğrudan eleştirdi ve belirli bir süre sonra da siyaseti tamamen bırakıp sadece askerliğe yöneldi.
Velhasıl ordu içerisinde son derece yaygınlaşmış bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Makedonya ve Selanik dolaylarına neredeyse tamamen hâkim olup sultanı tahttan indirmek için hükûmeti zorlamaya başladı. Padişah, bu ayaklanmaların bastırılması için orduyu kullanmak istiyordu ancak ordunun içerisindeki birçok subay da zaten ittihatçı olduğu için bu çabalar sonuçsuz kaldı. Sonunda Sultan Abdülhamit gücü kaybettiğini anladı ve bir kaos anından sonra üzerine gelen ittihatçı ordusunun karşısında tahtı bırakmak zorunda kaldı.
Bu noktada ve sonrasında Enver Paşa’nın rolü dikkat çekicidir. Enver paşa, İttihat ve Terakki içerisinde hızla yükselip cesur, sert ve atılgan tavırlarıyla liderliğe ulaşmış ve fiilen ordunun başına geçmişti.
İttihatçılar ülkeyi tamamen ele geçirdikten sonra çok kısa bir sürede birçok icraat yaptılar. Eğitim ve hukuk alanına önem gösterdiler ve ülkenin kronik problemlerini çözmeye çabaladılar.
1. Dünya Savaşı patlak verdiğinde örgütün –ki o zaman parti hâline gelmişti– lider kadrosu ilk olarak İngilizlerle anlaşmaya ve İngilizler tarafında savaşa girmeye çalıştılar. “Savaşa girmemek” diye bir şey söz konusu değildi. Savaşa eninde sonunda girilecekti. Savaşa hiç girilmese bile savaşı kazanan galip ülkeler eninde sonunda Osmanlı’ya da el atacaklardı. Bu yüzden ittihatçılar erken davranıp savaşa kazananın yanında girmeye uğraştılar. Ancak İngilizler Osmanlı’yı yanında istemiyordu. Osmanlı’yı “gereksiz bir yük” olarak görüyorlar ve hiçbir şekilde Osmanlı’ya borçlu kalmak istemiyorlardı. Bu sebeple, özellikle de Enver Paşa’nın etkisiyle ittihatçıların üst düzey yöneticileri Alman tarafına kaydı.
Almanlar cephede zorlanmaya başlayınca İngilizleri zora sokmak ve cepheyi genişletmek için Türklerle ittifak yapmayı kabul ettiler. Nitekim herkesin malumu olan gemi hadiseleri vuku buldu ve imparatorluk son savaşına girdi.
Güçlü bir ekonomi ve güçlü bir sanayi üretimi tarafından desteklenmeyen bir ordu savaşı kazanabilir mi?
Ülkesinde doğru düzgün ulaşım ağı olmayan, askerîne yeterli gıda ve mühimmat lojistiğini ulaştıramayan bir devlet savaşı kazanabilir mi?
Sağlık sistemi yaygınlaşmamış, hem halkı hem de askerleri arasında salgın hastalıkların kol gezdiği bir ordu savaşı kazanabilir mi?
Memleketinin dört bir yanında sürekli olarak isyanlar çıkan, cepheye giden askerlerinin geride kalan köyünü merak ettiği için sürekli firar ettiği bir ülke savaşı kazanabilir mi?
Elbette ki sonuç hüsranla bitti.
Esasında Irak çöllerinde birkaç sınırlı başarı kazanmıştık ve buraları işgal eden İngilizlere karşı son derece güçlü karşı saldırılar yapmıştık ancak arka arkaya gelen donanımlı İngiliz ordularına karşı çok fazla direnemedik. Bu sırada Arap coğrafyasının birçok noktasında da önceden hazırlanan Arap isyancılar ordumuza karşı savaşmaya başlamıştı bile.
Ruslara karşı Kafkasya’da açtığımız cephe ise doğa şartları sebebiyle çok ağır kayıplara sebep oldu. Rusya’nın içerisinde ihtilal yapıp Rusya’yı paramparça yapan komünist Lenin ve ekibi sayesinde Kafkas cephemizi tamamen yıkmış ve Doğu Anadolu’yu ele geçirmiş olan Rus orduları geri çekildi ve Kafkas cephesi kapanmış oldu.
Çanakkale’de ise imparatorluk son derece sert ve başarılı bir direniş sergileyerek İngilizlerin Fransızların dev deniz ve kara güçlerine karşı muhteşem bir zafer kazandı. Ancak Çanakkale’deki savunma zaferi tek başına bütün bir savaşı kazanmaya yetmedi. İngilizlere karşı Irak’ta Filistin’de yaşadığımız ağır yenilgilerden sonra ateşkes antlaşması imzalamaya mecbur kaldık.
Ordumuz tükenmişti, cephanemiz ve erzakımız yok denecek kadar azdı. Dört yıllık savaşın ardından ülkenin insan gücü de neredeyse bitmişti. İmparatorluk o kadar uzun süre boyunca o kadar çok darbe yemişti ki ülkenin yeniden ayağa kalkabileceğine hiç kimse inanmıyordu. Cephede kaybettiğimiz topraklar yetmezmiş gibi kazanan devletler henüz kaybetmediğimiz birçok toprağı da talep ediyordu.
Bu esnada uzun zamandır Türklere karşı diş bileyen etnik azınlıklar da fırsattan istifade edip vahşice katliama giriştiler. Özellikle Karadeniz Bölgesi’nde Rumlar, Türkleri yok edip bağımsız bir Pontus Devleti kurmaya niyetlenip yüzyıllarca iç içe yaşadıkları Türk komşularını öldürmeye başladılar.
İngilizlerin desteği ile İzmir’i işgal eden Yunanlar da günden güne Anadolu’nun içerisinde ilerleyip ve önlerine çıkan her şeyi yakıp yıkıyorlardı.
Bugün olduğu gibi o dönemde de Yunanların nüfusu çok azdı. Türklerin onda biri kadar nüfusa sahiplerdi. Bu sebeple Anadolu’nun batı kıyılarında uzun süre kalıcı olamayacaklarını biliyorlardı. Bu nüfus dengesizliğini ortadan kaldırmak için Anadolu’nun batı kıyılarında ayak bastıkları her yerde sivil kıyımına giriştiler. Türklerin şehirlerini, kasabalarını ve köylerini yakıyorlar, yıkıyorlar, dümdüz ediyorlardı.
O dönemde öldürülen Türklerin, açılan toplu mezarların yıkılan binaların ve evlerin haddi hesabı yoktur.
Ermeniler de Doğu Anadolu’da aynı şekilde katliamlara girişip bu topraklara kalıcı olarak yerleşmeye çalışıyorlardı.
Hatta ve hatta çok daha ileriye gidenler de vardı. Bazı Batılı medya organları, Türkleri Anadolu’dan tamamen sürüp Orta Asya’ya geri göndermenin vaktinin geldiğini konuşuyorlardı.
Bu tarz rüyalar akıllarını cezbediyordu ancak hayır... Bilmedikleri bir şey vardı: Türkler binlerce yıldır aralıksız olarak savaşan ancak hiçbir zaman teslim olmayan bir milletti.
Evet, bazen toprak kaybederlerdi, bazen Savaş kaybederlerdi, bazen sayısız askerlerini ve sayısız insanını kurban verirlerdi ancak asla ve asla topyekûn teslim olmazlardı.
Binlerce yıllık Türk tarihinde bunun hiçbir şekilde örneği yoktu; olmadı da! Güneydoğu Anadolu’da Fransız ve İngilizlerin işgallerine karşı Türkler yerel direnişler organize etmeye başladılar. Doğu Anadolu’da Ermenilere karşı silahlı direniş örgütleri kuruldu. Karadeniz’de kahraman Topal Osman gibi yiğitler çıkıp emrindeki Türk milislerle kendilerini yok etmeye çalışanlara karşı destansı mücadeleler verdiler. Batı Anadolu’nun Efeleri de aynı şekilde Yunan işgalcilere kan kusturmaya başladı.
Evet, Türkler 1. Dünya Savaşı’nın hemen hemen bütün cephelerinde kaybetmişler ve imparatorluğunun büyük bir kısmını düşmana kaptırmışlardı ancak kaybedilen toprakların farkı, oraların azınlıkların yaşadığı topraklar olmalarıydı. Anadolu ise özbeöz Türk yurduydu ve buranın halkı, kanının son damlasına kadar savaşmadan düşmana karşı asla teslim olmayacaktı.
Bu amaçla birçok şair, yazar, fikir insanı, gazeteci, entelektüel, subay ve asker Anadolu’ya akın etmeye başladı.
Bunlardan en önemlisi de yıllar önce siyaseti bırakmış ve sadece askeriyeye odaklanmış olan Mustafa Kemal Paşa idi.
Mustafa Kemal Paşa, o dönemki devlet erkânı arasında saygı duyulan, başarılı olarak bilinen ve siyasetle kirlenmemiş önemli bir figürdü. Padişah da zaten uzun süre önce yetkileri elinden alınmış ve her şey kaybedildiği sırada tahta çıkmış, sembolik etkiden başka hiçbir etkisi olmayan birisiydi. Hiç kimse padişahtan ordusunun başına geçip mucizeler yaratmasını beklemiyordu. Zaten padişah da savaşın çoktan kaybedildiğini düşünüyordu ve onu esir hâlde tutan İngilizler, sürekli “İstanbul’u ya biz tutarız ya da Yunanlara bırakırız,” diyerek tehdit ediyorlardı. Yunanların nasıl kıyım yaptığını bilen padişah, İstanbul halkının çoğu gibi bu durumdan çekiniyordu ve İngilizlerin suyuna gitmeye çalışıp eldekileri korumaya çalışıyordu. Askerî zaferden yana hiçbir ümidi yoktu. O da kendinden önceki çöküş dönemi padişahları gibi nihai sonu uzatmak, zaman kazanıp “kötünün iyisini” tercih etmek için çabalıyordu.
İstanbul’daki mecliste işgale karşı direnen ve tepki gösteren yiğitler elbette vardı ancak bunlar kafalarını kaldırdığı anda şehri işgal altında tutan yabancılar tarafından anında tutuklanıyordu. Bu sebeple, bir süre sonra mecliste sadece İngilizlerin izin verdiği, direniş fikrinden uzak kişiler kaldı.
Hiç kimsenin bunlardan da bir ümidi yoktu.
Ülkeyi hemen hemen 10 yıldır yöneten İttihat ve Terakki Cemiyeti ise kendisini feshetmiş ve liderleri ülkeyi terk etmişti.
Böyle bir tabloda geriye sadece Mustafa Kemal Paşa kalıyordu.
Paşa, adını ilk olarak Libya’da duyurmuştu. Diğer silah arkadaşı subaylarla birlikte İtalyanlara karşı sıkı bir direniş sergilemişlerdi. Daha sonra Çanakkale Savaşı’nda kazandığı başarılar sayesinde gazetelere çıkmış ve ülke çapında itibar elde etmişti. İttihatçıların döneminde de siyasete karışmadığı ve sadece askerlik işine odaklandığı için insanlar tarafından kirlenmemiş, değerli ve önemli bir devlet insanı olarak görülüyordu.
Diğer herkesten ümit kesildiği anda sıra Mustafa Kemal Paşa’ya gelmişti ve paşa da üzerine düşeni yapıp Anadolu’ya gitti. Ülkenin dört bir yanında düşmana karşı direnen kuvvetleri birer birer organize etmeye başladı.
Paşa, iyi bir subaydı. Bu sebeple birbirinden tamamen bağımsız ve dağınık haldeki gerilla mücadelesinin, karşılarındaki devletlere karşı çok uzun zaman devam edemeyeceğini biliyordu. Bu düzensiz birliklerin tek bir düzenli orduya dönüştürülmesi gerekiyordu.
Ülkenin sadece askerî olarak değil, siyasi olarak da bir arada tutulması gerekiyordu. İstanbul’daki meclis tamamen işlevsiz olduğu için Ankara’da yeni bir meclis açıldı ve ülkenin ileri gelenlerinden gelebilen herkes buraya geldi.
Henüz siyasetle ilgili hiçbir şey belli değildi. Ülkenin siyaseti nereye gidecek? Ülke hangi yönetim biçimi ile yönetilecek? Ülkenin iç ve dış politikası nasıl belirlenecek? Bunların hiçbirisi konuşulmuyordu çünkü bunların hepsi ikincil mesele idi.
O anda herkesin aklında sadece ve sadece tek bir şey vardı, o da ülkeyi topyekûn işgalden kurtarmak ve Türklerin soykırıma uğramasını engellemekti.
Türklerin silahlı kuvvetleri tek bir ordu şeklinde toparlandıktan sonra, Doğu Anadolu’da Türklere karşı katliama girişen Ermeniler yenilgiye uğratıldılar ve Türk topraklarından tamamen sürüldüler.
Karadeniz’de ve ülkenin diğer taraflarında da asayiş tamamen sağlandıktan sonra ordu bütün gücüyle Yunanların üzerine yığıldı.
Yunanlar 1. Dünya Savaşı’nda doğru düzgün hiç savaşmamış, batılı ülkeler tarafından sürekli olarak desteklenmiş, eğitimli ve taze bir orduydu. Türk ordusu ise aralıksız yıllardır savaşan, insan gücünü neredeyse tüketmiş olan ve son derece kısıtlı lojistik ve mühimmata sahipti. Bu sebeple Yunanlara karşı ilk etapta büyük zaferler kazanılamadı ve Yunanların Anadolu’nun içerisinde ilerleyişi durdurulamadı.
Düşman Ankara’nın yakınına kadar gelmişken Mustafa Kemal Paşa ordunun ve devletin bütün yetkilerini tek başına elinde toplayarak silahlı güçleri yeniden organize etmeye başladı. Yunanlar ise güçlerinin limitine ulaşmışlardı. Çok az nüfusları vardı ve kendi ülkelerinin bir misli kadar daha toprak almışlardı. Üstelik bu toprakların hemen her yerinde direniş görüyorlardı. Türklere karşı giriştikleri katliam hareketleri her fırsatta ters tepiyordu ve adım attıkları her noktada kayıplar veriyorlardı. Yunanların bütün bir Anadolu’yu işgal edip yönetmeye asla gücü yetmezdi.
Yunan ordusu; berbat bir lojistik altyapıyla düşman bölgesinin çok içerisinde; morali bozuk, amaçsız ve kan deryası içerisinde beklerken Mustafa Kemal Paşa da ordusunu kin ve intikam ateşiyle yakıyor; sürekli hazırlıklar yaptırıyor, Pakistan ve Sovyet Rusya gibi dış ülkelerden alabildiği kadar yardım alıyor, nihayetinde Yunanlara son darbeyi indirmek için bekliyordu.
Mustafa Kemal Paşa, hazırlıklarını tamamladıktan sonra Yunanlara karşı topyekûn taarruz emir verdi ve dünyada ilk defa “Yıldırım Harbi” doktrinini uygulamaya koydu. Bu doktrin, onun hayata geçirdiği iki icattan birisidir.
O dönemin askerî anlayışına göre bir birlik düşmanın cephesini delerse geride kalan birliklerin yardımını bekler ve yeni bir cephe kurardı. Mustafa Kemal Paşa ise askerlerine cepheyi deldikten sonra asla durmamalarını, sürekli ilerlemelerini ve cephenin diğer taraflarında bulunan düşman askerlerini arkadan vurup kuşatma altına almaya emretti. Bu askerî taktik, “Yıldırım Savaşı” olarak tarihe geçmiştir. Paşa öldükten sonra 2. Dünya Savaşı zamanında Alman zırhlı birlikleri bu taktiği yoğun bir şekilde kullanmış ve Avrupa’da birçok muharebeyi bu taktik sayesinde kazanmışlardır.
Paşa’nın bir diğer icadı ise “Satıh Müdafaası” doktrinidir.
O döneme kadar ordular karşılıklı olarak cepheler oluşturur ve birbirlerinin cephesini delmek için saldırırlardı. Cephesi delinen ordu, delinen cephenin boyutuna oranla bir miktar geriye çekilir, yeni bir cephe hattı kurar ve orada savunma yapmaya devam ederdi. Böylece ordular sürekli birbirinin cephelerini delmeye çalışırlar ve taraflardan birisi yeni bir cephe kuramaz hâle gelene kadar bu durum böylece devam ederdi. Mustafa Kemal Paşa ise bu doktrini reddetmiş ve yeni bir doktrin icat etmiştir. Bu doktrine göre savunan tarafın cephesi delindiği zaman ordu topyekûn geriye çekilmeyecekti. Bunun yerine her bir askerî birlik, tutunamadığı noktada kendi bağımsız bir şekilde geri çekilecek, tutunabildiği ilk yerde tekrar mevzilenip savunmaya devam edecekti.
Mustafa Kemal Paşa’nın icat ettiği bu yöntem, o dönem dünyada bir ilk olma özelliğini taşıyordu. İlk defa bir ordu, hat savunması yerine alan savunması uyguluyordu.
Bu yeni taktik karşısında şoka uğrayan ve neler olup bittiğini anlayamayan Yunan kurmaylar, kelimenin tam anlamıyla ne yapacaklarını şaşırdılar. Mustafa Kemal Paşa, savunma yaparken ve geri çekilirken bu taktiği uygulayarak düşmana büyük zayiatlar verdirdi.
Velhasıl yaklaşık 2,5 senedir Türk yurdunu adım adım işgal etmeye çalışan Yunan orduları, Yıldırım Harbi ile 14 gün içerisinde Anadolu’dan tamamen atılmışlardır. Mustafa Kemal Paşa savaşı kazandıktan sonra Türk milleti içerisinde eşi benzeri görülmemiş bir şekilde saygı ve sevgi kazandı. Onlarca yıldır sürekli olarak kaybetmeye alışmış olan bir millete ilk defa bir zafer sunuyordu. Bu büyük sevgi ve saygı, Türk milletinin karakteri gereği otomatik olarak itaate dönüştü. Paşa da bu itaate dayanarak ülkeyi baştan aşağı hızla değiştirmeye başladı.
Ülkenin kurtuluşunu ve ilerleyişini, Batı medeniyetinin bir parçası olmakta ve modernleşmekte görüyordu. Mustafa Kemal Paşa Türkiye’yi baştan aşağı modern bir Avrupa ülkesi yapmak istiyordu. Ordusunu, kültürünü, eğitimini, dünya görüşünü tamamen değiştirmek istiyordu.
Her ne kadar savaş kazanmış ve ülkeyi işgalden kurtarmış da olsa, Mustafa Kemal Paşa’nın bu görüşleri tepki çekmeye başladı. Meclisin içerisinde ve dışarısında birçok muhalif grup oluştu. Paşa, askerî alanda zeki ve kurnaz olduğu kadar politik alanda da aynı şekilde yetenekliydi. Siyasi rakiplerini tek tek ortadan kaldırdı ve muhalif grupları farklı yollarla dağıttı.
Mustafa Kemal Paşa, ülkenin kurtuluşu olarak gördüğü yolda Türkiye’yi ilerletmekte kararlıydı ve bu yolda karşısına çıkan hiç kimseye acımayacaktı. Bazen birini yoldan çekmek için sadece başka bir yere görevlendirmek yetiyordu ancak bazen de zor kullanmak gerekiyordu. Meclisteki siyasi muhalifler tamamen temizlendikten sonra ülkenin çeşitli yerlerindeki isyan hareketlerini de askerî güç kullanarak bastırdı. Özellikle dış ülkelerden destek gören Doğu Anadolu’daki ayrılıkçı Kürt isyanlarını hiçbir taviz vermeden ortadan kaldırdı.
Paşa, bir yandan siyasi otoritesini güçlendiriyor, bir yandan çıkan isyanları bastırıyor, bir yandan da hız kesmeden kafasındaki batılılaşma planlarını hayata geçiriyordu.
Kısa süre içerisinde rejimi değiştirdi. Devleti “meşrutiyet” yönetiminden “cumhuriyet” yönetimine geçirdi.
Alfabeyi Avrupa’da kullanılan Latin alfabesi ile değiştirdi.
Kanunları, Avrupa’nın laik kanunlarından alıp yürürlüğe soktu.
Kılık kıyafeti kanunla değiştirerek Avrupa tarzı giyim getirdi.
Ölçü birimlerinden takvime; eğitim sisteminden kişi isimlerine kadar her şeyi Batılılaştırdı.
Kendisi de “Atatürk” soyadını aldı.
Bu noktada bir konuyu açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Batılılaşma hareketini başlatan da bitiren de Atatürk değildir. Batılılaşmanın kökenleri imparatorluğun duraklama zamanına kadar gider. İmparatorluk, Batı karşısında yenilgiler almaya başlayınca Batılıların uygulamaya koyduğu sistemlerin Türkiye’de uygulanmakta olan sistemlere karşı üstün olduğu birçok otorite tarafından anlaşılmıştı. Bu sebeple birçok padişah ve devlet insanı, Batılı sistemleri örnek alıp Türkiye’de reformlar yaptılar. 3. Selim veya 2. Mahmut ne kadar Batılılaşmak için çabaladıysa Atatürk de o kadar çabalamıştır. Aradaki tek fark, Atatürk’ün Millî Mücadele sayesinde mutlak bir otorite ve sadakat kazanmış olması ve aklındaki reformları çok daha hızlı ve kesin olarak uygulamaya koymasıydı.
Burada Batılılaşma kelimesini de özel olarak açıklamak gerekiyor: Batılılaşmak denince akla batıdaki herhangi bir milletten olmak ve kendi milletine tamamen düşmanlık etmek gibi yanlış bir düşünce geliyor. Bu ince çizgiyi iyi anlamak lazım. Zaten problemlerin birçoğu burada ortaya çıkıyor. Batılılaşmaya karşı olanlar da destekleyenler de bu çizgiyi unutuyor ve işler rayından çıkıyor. Batılılaşmaktan kasıt, Batılı ülkelerin ilerlemesini sağlayan yönetim sistemini, toplum sistemini, eğitim sistemini, ordu sistemini ve hayata bakışındaki realist biçimi almak, bunları Türklere uygulamaktır. Topyekûn millî varlığımızı silip başka bir milletin parçası olmak değildir.
İtiraf etmek gerekir ki biz Türkler olarak batılılara göre bilim ve teknoloji konusunda eğitim konusunda askerî konularda sosyal konularda ve diğer birçok konuda geri kaldık. Evet, eskiden onlardan daha üstündük, daha iyiydik, daha ilerideydik ve hatta bir dönem Avrupalılar Türk modası ile giyiniyor ve Türk sistemlerini kendilerine almaya çalışıyorlardı. Ancak bir süre sonra devran döndü ve onlar bize üstünlük sağladı. Bu gerçeği kabullenip özeleştiri yapmalı ve kendimize çeki düzen vermeliyiz.
Ancak esas soru şu, Batılılaşmanın sınırı nedir?
Batılıların bilimini, teknolojisini ve ilerleme yöntemlerini almak mı yoksa topyekûn kültürüyle, hayat tarzıyla ve her şeyiyle Avrupalı bir millet olmak mı?
Almanlardan, Fransızlardan, İngilizlerden veya İtalyanlardan konuşulan dil ve yaşanılan coğrafya hariç hiçbir fark kalmayana kadar Batılılaşmak mı gerekiyor?
İşte sorun burada ve çok daha büyük bir sorun daha var.
Bu Batılılaşma hareketleri Türk milleti tarafından ne kadar benimsendi? Ne kadar anlaşıldı? Ne kadar özümsendi?
Objektif olarak bakarsak, Türk milletinin büyük bir çoğunluğu bu Batılılaşma hareketlerini benimsemedi ve hayatına uygulamadı. Atatürk öldükten sonra Türk milleti büyük bir hızla Atatürk’ün yaptığı birçok Batılılaşma hamlesini geri çevirmeye uğraştı ve geri çevirmeye çalışan herkese destek verdi.
Atatürk’ün koyduğu kanunlar teker teker ortadan kaldırıldı. Yıllar içerisinde Atatürk’ün 1920’li ve 1930’lu yıllarda yaptığı icraatlarda bir tabu hâlini aldı. Bir taraf bu yapılanları yıkmak diğer taraf da bu yıllarda yapılanları ebediyen yaşatmak için ayrıştı.
Kitabın başından beri Türklerin birbirlerini yemek ve birbirlerine düşman olmak için hiçbir bahaneyi kaçırmadıklarını söylemiştik. Elbette Atatürk’ün icraatları da Atatürk’ten sonra Türk milletinin içerisinde bir kavga malzemesi hâlini aldı ve bu kavga 100 yıl boyunca devam etti.
Özellikle Atatürk’ten sonra devletin bürokrasisinde ve bazı büyük şehirlerde, Atatürk’ün icraatlarını tam olarak benimsemiş elit bir tabaka oluştu. Diğer yandan, büyük bir çoğunluğu kırsal alanlarda yaşayan dindar halk, bu icraatları hiçbir şekilde benimsememişti.
Bu iki kesim, uzun müddet birbirleriyle her alanda mücadele ettiler. Lakin bu mücadele, halkın birbirini kırdığı bir iç savaşa hiçbir zaman dönüşmedi. Bunun yerine yavaş yavaş değişimlerle ve sınırlı tepkilerle kendisini gösteren bir yaşayış biçimi hâline dönüştü. Zaten Türk milletinin oturup da sürekli olarak bunları tartışacak vakti ve imkânı da yoktu. Daha cumhuriyet rejimini kuran kadronun çoğu hayattayken dünya komünistler ve kapitalistler olarak ikiye bölündü ve Türkiye, komünist bloğun tehditleri nedeniyle kapitalist dünyada yer almak zorunda kaldı. Hâl böyle olunca Atatürk’ün “devletçilik” politikası zaman içerisinde eriyip yok oldu.
Devletin içerisinde ve büyükşehirlerde oluşan elit tabakanın zaman içerisinde kemikleşmesi ve halkın geri kalanından ayrışmasının getirdiği etki sebebiyle “halkçılık” ilkesi de zaman içinde yok oldu.
Atatürk’ten sonra dünya bambaşka bir hâl aldığı için bambaşka şartlar altında devlet yönetilmek zorunda kalındı ve ülke, kuruluş ilkelerinden başka yönlere doğru gitti. Zaten değişen dinamik dünya içerisinde, ebediyen tek bir doktrini korumak mümkün değildir. Ancak ülkedeki bir kesim, Atatürk’ün 20’li ve 30’lu yıllarda yaptıklarını ebediyen yaşatmak istediler ve bunun mücadelesini verdiler.
Esasen Atatürk de bu icraatların ebediyen yaşatılmasını istemiyordu: “Ben size hiçbir değiştirilemez dogma bırakmıyorum. Sadece aklınızı kullanın,” dediği hâlde onun yaptığı her şey, o öldükten sonra tabulaştırıldı ve böylece Atatürk’ün sürekli değişimi ve sürekli ilerlemeyi vurguladığı “inkılâpçılık” ilkesi de zaman içerisinde yok olup gitti.
“Atatürk milliyetçiliği” cumhuriyeti kuran her bir ferdin “Türk” olarak anılması ve bu fertlerin oluşturduğu millete “Türk milleti” denilmesi idi. Ancak zaman içerisinde etnik milliyetçiliğin artması ve buna tepki olarak ülke içerisindeki milliyetçilik algısının tamamen değişmesi neticesinde Atatürk milliyetçiliği de ortadan kalkmış oldu.
Atatürk’ün “cumhuriyetçilik” ilkesi de şüphesiz ki bugünkü cumhuriyetçiliği karşılamıyor. Atatürk, milleti daima tek bir bütün hâlinde görmek isterken bugün cumhuriyetin ve demokrasinin merkezinde yer alan meclis, halkın kendi içerisindeki ayrılıkları ve kavgaları sürdürdüğü bir mücadele arenası olarak görevini sürdürüyor. Bütünleştirmenin değil, ayrıştırmanın bir aracı olarak kullanılıyor.
Velhasıl Atatürk’ün yaşadığı çağın üzerinden neredeyse 100 yıl geçti. Artık hiçbir şey Atatürk dönemindeki gibi değil. Atatürk’ün ortaya koyduğu değişimlerin büyük bir çoğunluğu bugün yaşamıyor.
Atatürk, tarihimizdeki diğer birçok zeki ve ileri görüşlü lider gibi kendi çağında kendisine doğru gelen her şeyi yapmış ve tarih sahnesinden çekilmiştir.
Bugün bizlere düşen görev, içinde yaşadığımız çağı ve çok daha önemlisi, yakında yaşayacağımız olan geleceği iyi analiz etmek, bunların bize dayatacağı şartları çok iyi anlamak ve buna göre Türk milletini yeniden dünyanın en büyük ve en güçlü milleti yapmaya çabalamaktır.
Fark ettiğiniz gibi Türk tarihi başından sonuna kadar daima bir iç çekişme tarihidir. Türkler ne zaman bu iç çekişmeleri bitirip tek bir güç olurlarsa kaçınılmaz olarak dünyanın en büyük gücü olmuşlardır. Bize düşen görev, Türk milletini yeniden tek bir yumruk hâline getirmek ve çağın şartlarına göre yapılabilecek en doğru hamleleri yaparak Türk milletini yeniden yükseltmektir.
İşte bu kitap, hiçbir ferdiyetçi düşünce barındırmadan ve hiçbir tarihî düşmanlığı devam ettirmeden Türk milletini yeniden birleştirip doğru ve gerçek bilgiler ışığında geleceğe hazırlamak ve Türk milletine bir “gelecek vizyonu” çizmek gayesiyle yazılmıştır.
Bu kitapta yazılacak olan tavsiyeler, Türk milletinin tarihten miras aldığı kronik problemlerini ebediyen çözüp Türk milletini geleceğe hazırlayacak fikirlerden oluşmaktadır.
İnsanlık tarihi, birçok kere kırılma noktalarından geçmiştir ve bu kırılma noktalarından sonra dünya, bir daha hiçbir zaman eskisi gibi olmamıştır.
İşte biz de tam da öyle bir kırılma noktasında bulunuyoruz.
Eğer bu kırılma noktasından sonra geleceği iyi analiz ederek yapmamız gerekenleri yaparsak, tarihimizin kudretinden ve ihtişamından çok daha yüksek yerlere ulaşabiliriz.
Ancak bu kırılma noktası o kadar tehlikeli ki eğer kendi içimizde birbirimizi yemeye devam edersek, kronik hastalıklarımızı tedavi edemezsek ve tek bir yumruk olamazsak, bugüne kadar karşılaştığımız yok olma tehlikelerin en büyüğü ile karşılaşabiliriz.
Yüce asil Türk milleti!
Artık zaman daralıyor.
Yeniden birleşmek, bilim ve teknolojiye sarılarak üstün ve radikal bir sistem kurmak ve geleceğe hâkim olmak zorundayız.