Türklerin sahip olduğu kronik hastalıkları büyük bir dürüstlükle incelediğimiz zaman milletimizin geri kalmaması ve tek vücut olarak ilerlemesi için “düşünce yapısının” tamamen değiştirilmesi gerektiği sonucunu çıkarırız. Bunu, eğitim sistemini değiştirerek yapabiliriz ancak o zaman da şöyle bir sorun ortaya çıkacaktır; yeni bir düşünce yapısına sahip yeni bir neslin ortaya çıkması için en az 20 yıllık bir süreç gerekmektedir.
Bu süreç boyunca eskilerin, yeni nesli kendisine benzetmemesi ve demokrasinin bu süreci darmadağın hâle getirmemesi için ne yapılması gerekiyor?
İşte bu kitap, bu sürecin nasıl yönetileceğini açıklamak için yazılmıştır. Elbette tamamen meşru ve hukuki yollarla demokrasi ortadan kaldırılmalı ve devletin her mekanizması tamamen değiştirilmelidir.
Bilimi ve teknolojiyi ileriye taşıyacak, bütün kronik hastalıklardan Türk milletini kurtaracak olan bu işlemi, ameliyata girecek bir doktor gibi hassasiyetle ve liyakatle yapmak için öncü bir kadro gerekiyor. Bu kadro, hiçbir siyasi kesimin çıkarını düşünmeyip sadece ülkenin ilerlemesini düşünen, hiçbir şahsi menfaat gütmeyip sadece milletin menfaatini düşünen, işini tamamladıktan sonra siyasetten tamamen çekilecek bir kadro olmalıdır.
Bu kadro, doğaçlama değil, kesinlikle her aşaması tamamen planlı olan bir programı yürütmeli ve yozlaşmanın önüne geçmek için programa kesinlikle uyulduğu anbean denetlenmelidir. Söz konusu program tamamen halka açık ve şeffaf olmalıdır. Ayrıca bu program, mutlak bir halk desteği ile yürütülmeli, sürecin doğruluğu ve gerekliliği konusunda milletimiz devamlı olarak bilgilendirilmelidir.
Kitabın ilerleyen kısımlarında bu programı bütün ayrıntısı ile işleyeceğiz.
Türk milletinin kendinden kaynaklanan hatalar olduğu gibi elbette yabancı kaynaklı olan ve insanımızın düşünce yapısını bozan zararlı akımlar da vardır: Kadın hakları adıyla ortaya çıkıp daha sonra erkek düşmanlığına dönüşen feminizm; dinde öze dönüş adıyla ortaya çıkıp daha sonra cümle âlemi kâfir ilan eden, mezhep savaşı çıkarmaya çalışan Selefi ve Vahabi akımlar, işçi hakları adıyla ortaya çıkıp daha sonra iğrenç bir terörizme dönüşen komünizm, özgürlük ve birey hakları adıyla ortaya çıkıp daha sonra vicdansız bir sömürü sistemine dönüşen liberalizm ve kapitalizm; sağlıklı ve hızlı iletişim adıyla ortaya çıkıp daha sonra yozlaşma, linç ve yalan bilgi yayma mecrasına dönüşen sosyal medya akımları, Allah’ın yoluna ulaştırma gayesi ile ortaya çıkıp daha sonra kula kulluk etme mekanizmasına dönüşen cemaatler ve tarikatlar; modernlik ve çağdaşlık adı altında ortaya çıkıp sadece ahlaksızlığın, fuhşun, alkolikliğin ve her türlü arsızlığın kapısını açan batıcılık ve daha niceleri…
Esasen problem şu ki eğer biz akıllı ve mantıklı bir yol tutarsak, zaten bunların tamamı gereksiz bir hâl alacaktır. Kadınların haklarını en doğru şekilde vermek ve herkese fırsat eşitliği sağlamak için militan-feminist örgütlere ihtiyacımız yok. Dini doğru şekilde anlatıp ahlaklı bir şekilde yaşamak için radikal akımlara ihtiyacımız yok. Çalışan insanlarımızın hakkını en adil şekilde sağlamak için terörize olmuş sosyalizmi savunmamıza gerek yok. Finansal özgürlük, mülkiyet edinme ve zenginliğe ulaşma yolunu açmak için narsist liberalizme veya vahşi kapitalizme ihtiyacımız yok. Toplumun ve bireylerin hızlı iletişimini ve bilgi paylaşımını hızlandırmak için kullandığımız sosyal medya teknolojilerinin içine yozlaştırıcı, beyin yiyen uygulamalar sokmaya ihtiyacımız yok.
Ruhani olarak ilerlemek, huzura, durgunluğa ve dinginliğe erişmek için cemaat ve tarikat liderlerine hizmetkâr olmaya ihtiyacımız yok. Modern ve ileri bir toplum olmak için ahlaksızca yaşayıp Batılıları taklit eden özenti sürüsüne dönüşmeye ihtiyacımız yok.
Hayır! Şüphesiz ki bütün bunlar, toplumu ve özellikle de gençleri bölüp, milleti ayrıştırıp, bizi esas gayelerimizden uzaklaştırmak için bilerek ve isteyerek tezgâhlanan tuzaklardır.
Amacınız su içmek ise bardağı alıp suyunuzu içersiniz o kadar.
Yüzünüze su dövmesi yaptırmanıza, üzerinde su resmi olan bir bayrak alıp sallamanıza, bunu milletin gözüne sokmanıza ve “sucular” olarak bir örgüt kurup toplumla çatışmanıza gerek yoktur.
Bunları yaparken su içemediği için mağdur olmuş birkaç kişiyi öne sürüp savunmak sizi haklı yapmaz!
Velhasıl devlet ve toplum eksik yanlarını elbette gidermelidir lakin “sorun çözmek üzere” hareket ettiğini ifade edenlerin amaçlarından sapıp toplumu parçalamasına asla izin veremeyiz.
Bugün özellikle batı ülkelerinde sivil toplum kuruluşlarının devlet içinde devlet olup ülkeleri yönettiklerini biliyoruz. Bu sivil toplum kuruluşlarının özellikle de gelişmekte olan ülkeler içerisinde bilerek ve isteyerek uluslararası güçler tarafından desteklendiğini de biliyoruz. “Özgür, müreffeh ve açık bir toplum anlayışını yaygınlaştırmak için çabalıyoruz,” diyen dış destekli vakıflar, göz göre göre ülkelerin yönetimlerine ültimatom verebiliyor. En ufak bir karşı çıkışta ise yurt dışı bağlantıları ile birlikte söz konusu ülkenin yönetimini “demokrasi ve özgürlük düşmanı” olmakla suçlayabiliyorlar.
Bu tür yapılar, uluslararası güçlerin doğal bir baskı unsuru ve pazarlık kozu hâline gelmiş durumda.
Bu bağlamda küreselciliği de detaylı olarak konuşmamız gerekiyor.
Küreselcilik nedir?
Küreselcilerin görünen ve görünmeyen iki yönü vardır.
Görünen yönü; devletlerin, otoritelerinin ve milletlerarası ayrımın olmadığı, dünyadaki bütün insanların birbirine yaklaştırıldığı, sınırların ortadan kalktığı, ticaretin ve bilginin tamamen serbest olduğu, insanların her türlü hakkının sıkı örgütlenmiş sivil toplum kuruluşları tarafından korunduğu, adı üzerinde küresel ve yeni bir dünya düzeni kurma hayali.
Bu görünen taraf. Görünmeyen taraf ise şöyle:
Bütün ekonomik kaynaklara, uluslararası birkaç şirket tarafından el konulduğu, milletlerin çeşitli ideolojiler ve sivil toplum kuruluşları tarafından kendi içlerinde bölünüp parçalandığı, insanların bütün değer yargılarının sivil toplum kuruluşları tarafından belirlendiği, aynı zamanda bu uluslararası şirketlerin ürünlerini sürekli olarak tüketen ve hayatlarının bütün emeğini bu tüketim için harcayan, neyi sevip neyi sevmeyeceğine, neye inanıp neye inanmayacağına, neyi giyip neyi giymeyeceğine, nasıl evlerde yaşayıp, nasıl çalışıp, nasıl düşüneceğine dahi karar verilen insanlarla dolu, bir avuç para babasının yönettiği köleleştirilmiş bir dünya yaratma ideali…
Küreselcilerin, millî hisleri yok etmek ve hiçbir sınır barındırmayan bir dünya toplumu oluşturmak için takip ettikleri belirli yollar vardır. Milleti oluşturan insanları küçük gruplar hâlinde koparıp uluslararası yapılara entegre ederler. Bu küçük gruplar, haklı görülen sebeplere dayanır ve önce yurt içinde örgütlenirler. Daha sonra da yurt dışındaki daha güçlü bir örgüte bağlanırlar.
İşin kötü yanı, bu örgütler karşı oldukları sorunu çözmez. Aksine o sorundan beslenirler. Örgütlenmeleri gittikçe daha radikal bir hâl alır ve bunların icraatları yüzünden toplum giderek daha fazla ayrışır.
Örneğin günümüzde revaçta olan feminist örgütleri ele alalım.
Feminist örgütlerin savunduğu şey nedir?
Sloganlarında neler vardır?
Cinsiyet ayrımının ortadan kalkması ve hiçbir cinsiyet ayırt etmeden herkese fırsat eşitliği sağlanması değil mi?
Evet, olması gereken de budur zaten.
Toplumsal yapılarda cinsiyet ayrımı yapılıp kadınların geri plana itilmesi, sadece geri kalmış ve eğitimsiz ülkelerde görülür. Peki, bunu düzeltmek için ne yapmamız gerekiyor? Elbette eğitim sistemini buna göre düzenlememiz, devlet politikalarını buna uygun olarak belirlememiz, insanlarımızı bilinçlendirmemiz, buna uygun şekilde eğitimi ve basın yayın organlarını düzenlememiz gerekiyor.
Peki, bizim feminist örgütlerimiz ne yapıyor?
Aralarında iyi niyetliler olduğunu tabii ki inkâr etmeyiz lakin büyük bir çoğunluğu, kadınların acıları üzerinden radikal örgütlenmeler kurmaya girişip erkek düşmanlığı ve toplumda ayrışma yaratıyorlar.
Örneğin en çok konuşulan “kadın cinayetlerine” bir bakalım. Hiçbir şekilde cinsiyet ayrımı yapmadan “cinayet” korkunç bir suçtur. Cinayet, kime karşı yapılırsa yapılsın kötü bir şeydir. Cinayet işleyen insanlar, psikolojik sorunları olan, suça eğilimli, empati yeteneği bulunmayan, cani ve vahşi insanlardır.
Peki, cinayetleri bitirmek için nasıl bir yol izlememiz gerekiyor? Bu vahşetin bitmesi, toplumsal eğitimlerle ve terapilerle, suça meyilli insanların önceden tespiti ve yeniden eğitimiyle, gerekirse psikolojik tedavisi ile mümkün değil mi?
Ancak günümüzde cinayetler sadece cinayet olarak algılanmıyor.
Türkiye’de bir yılda ortalama 1500 kişi cinayete kurban gidiyor. Yani her gün ortalama 4 kişi birileri tarafından öldürülüyor. Bu feminist örgütler hemen cinsiyetçi bir ayrım yaparak yıllık istatistikler çıkarıyor; öldürülen kurbanların yüzde 85’i erkek, yüzde 15’i ise kadın.
Feministler cinayetin bizzat kendisine karşı olmak yerine bu istatistiklere dayanarak kadınların cinayetini ayırıp, tek tek tespit edip bunları öne sürüyorlar ve gündem yapıyorlar. Ne zaman bir kadın öldürülürse sosyal medyada ve televizyonlarda olayı bütün dehşet verici ayrıntılarıyla birlikte insanların gözlerine sokuyorlar ve bir kamuoyu oluşturuyorlar. Böylece ülkede yaşayan kadınlar kendisini tehdit altında hissedip bu feminist örgütlere daha da yakınlaşıyor.
“Erkek terörü” sloganıyla da erkeklerin tamamını potansiyel katil olarak bilinçaltına işliyorlar.
Bu doğru bir yaklaşım mıdır?
Bizim toplum olarak karşı olmamız gereken şey, cinayetin ta kendisidir. Burada cinsiyet ayrımı yapmak tamamıyla art niyettir. İstatistiksel olarak bir erkeğin cinayete kurban gitme ihtimali, bir kadının cinayete kurban gitme ihtimalinden 5 kat daha fazla iken esas tehdidin kadınlara karşı olduğu propagandasını yapmak ortadaki sorunun çözümü için fayda sağlar mı? Hayır.
Bu noktada bu feminist örgütlerden itirazlar geliyor: “İyi ancak erkekleri öldürenlerin çoğu da yine erkektir.” Ee? Yani?
Evini, çocuğunu beslemek için akşama kadar çalışıp yorgun argın eve giderken yolda önü kesilen ve öldürülen, kendi hâlinde zavallı bir adamın hayatının değeri yok mu? Üstelik onu öldüren erkek diye? Bir insan katlediliyorsa bu olayı “ölenin ve öldürenin cinsiyetine göre” yorumlamak cinsiyetçiliğin ve cinsiyet ayrımının ta kendisi değil midir?
Gelin bunu bir de ölen kişiye ve ailesine anlatın bakalım!
“Senin acını hiçbir şekilde paylaşmıyoruz. Haberlere çıkmayacaksın. Yardım ve destek bulamayacaksın. Senin için bir kamuoyu oluşturulmayacak. Bu cinayetin ve arkasından gelecek bunun gibi yüzlerce cinayetin engellenmesi için hiçbir şey yapılmayacak çünkü sen erkeksin. Seni öldüren kişi de senin gibi bir erkek.”
İşte mantık bu…
Feminist örgütler bile isteye gerçekleri çarpıtıyor ve cinayetin bizzat kendisine karşı olmak yerine cinayetlerde cinsiyet ayrımı oluşturarak toplumu bölüyorlar. En ufak bir itiraz ya da karşıt görüşü de kadın düşmanlığıyla suçluyorlar ve söz konusu vahşeti işleyen psikopat katillerle sizi tamamen aynı kefeye koyuyorlar.
“Bir cinayet olduğunda ölenin ve öldürenin cinsiyetine bakmayalım mı diyorsun? Cinayetin bizzat kendisine karşı olalım mı diyorsun? O hâlde sen erkek terörünü destekliyorsun!”
İşte feminist örgüt mantığı budur.
Bugün Avrupa’da herhangi bir Müslüman, bir Avrupalıyı öldürse küreselcilerin yönettiği medya manşetlerinde ne görürsünüz?
“Radikal İslam” ve “radikal Müslüman terörü” gibi ifadeler gözünüze gözünüze sokulur. Dünyadaki bütün Müslümanlar suçlu konumuna düşürülür. Dünyada bir buçuk milyar Müslüman varken birkaç psikopat yüzünden hepsi terörist yerine konuverir.
İşin kötü tarafı şu ki bu feminist örgütler Batılı medya kadar bile insaflı değil.
Batılılar, Müslümanları terörist olarak gösterirken en azından “radikal” ibaresini kullanıp “radikal İslam terörü” olarak olayları adlandırıyorlar. Feminist örgütler ise bu “radikal” terimini bile kullanmaya insaf etmeyip doğrudan bütün olayları “erkek terörü” olarak yaftalarlar.
Tıpkı feminist örgütlerin erkeklerin öldürülmesine dair bakış açısı gibi Batılı medya da radikal Müslüman teröristlerin en fazla Müslümanları öldürdüğü gerçeğini bir türlü görmez.
Radikal İslamcılar, bir tek Avrupalıyı öldürürlerse bu olay manşet olur ancak bin tane Müslüman’ı öldürürlerse hiç kimse bunu umursamaz.
Peki, burada ölen masum Müslümanların ne suçu var?
Onların canının değeri yok mu?
Bunların mantığına göre bakarsak yok.
Bunların mantığına göre erkeği öldüren yine erkekse veya Müslüman’ı öldüren yine Müslüman ise bu durum normaldir ve konuşmaya bile gerek yoktur.
Neden dürüst olup terörizmin kendisine karşı mücadele etmiyoruz?
Neden dürüst olup cinayetin kendisine karşı mücadele etmiyoruz?
Neden bütün dünya medyası ve küresel sözde hak savunucu örgütler insanlara gerçeği anlatmıyor?
Neden bu örgütler bilerek ve isteyerek toplumu ayrıştırıyor?
Çünkü en başta söylediğimiz üzere, küreselciler dürüstlüğü sevmezler. Onlar için ayrışmış, korkmuş, beyinleri rahatça kontrol edilebilen, istenilene dost ve istenilene düşman olacak kitleler gerekiyor. Böylece onları yönetmek daha kolay olacak.
Bu örnekleri her alana uygulayabiliriz. Toplumun bir acısını kendisine kalkan yapıp amacından tamamen saparak toplumu ayrıştıran her grup buna örnektir.
LGBT, feminizm, radikal sol örgütler, çoklu kültürü savunan örgütler, hatta hayvan hakları aktivistleri ve küresel ısınma karşıtı örgütler bile bir noktada bu küreselcilerin elinde oyuncak olmuş durumdalar.
Sahi, küresel ısınmayı nasıl durdururuz?
Küresel ısınmayı durdurmanın yolu, yeni “doğa dostu” enerji üretim yolları icat etmek ve doğayı temizleyecek sistemler tasarlamaktır.
Petrol çıkaran bir geminin önünü kesip içindekilere şiddet uygulayarak küresel ısınmayı durdurabilir misiniz? İnsanların hayat kavgası verdiği ve birçok kişinin para kazandığı sektörleri protesto ederek durdurabilir misiniz?
İnsanlar daha iyi bir alternatif bulurlarsa yanlış ve zararlı işlerden döneceklerdir. Dünya’daki insanların çoğu geçinebilmek için çabalıyor ve en kısa yoldan bunu yapmaya çalışıyor. Sırf doğayı kirletiyor diye bir fabrikada çalışan ve evine ekmek götürmeye çabalayan insanlar bu işlerinden vazgeçmezler.
Balıkçılar evine ekmek götürmeyi düşünür. “Daha az avlanayım da okyanustaki denge korunsun,” diye düşünmezler çünkü zaten onun evindeki denge bozuktur ve bunu düzeltmeye çalışıyordur. İnsanların küresel ısınmaya sebep olan eylemleri bırakıp da temiz işlere yönelmesinin tek yolu onlara daha temiz olduğu kadar daha kazançlı da olacak iş imkânları sağlamaktır.
İnsan psikolojisi böyle çalışır.
“10 yıl sonra dünyaya bir göktaşı düşecek,” denilse hiç kimse yarınki rutinlerini değiştirmez. Uzak ihtimaller insan beyninde tehdit olarak algılanmaz ancak mesela “Yarın evinizde sular kesilecek,” denilse insanlar hemen tedbir almaya başlar.
İnsanoğlu böyledir. Eğer kitlelere hitap edeceksek, kitlelerin psikolojisini iyi bilmemiz gerekiyor. Eğer amacımız sorun çözmek ise küreselcilerin saçma argümanları ile göz boyayan eylemlerden kaçınıp doğru ve işe yarar tedbirleri almalıyız.
Konusu açılmışken küresel ısınmadan ve insanlığın başındaki bazı tehditlerden de bahsetmeliyiz.
İnsanlığın başındaki en büyük bela küresel ısınmadır. Sera gazları atmosferimizi yavaş yavaş ısıtıyor ve mevsimler giderek dengesizleşiyor. Ancak esas tehlike denizlerde. Denizler kirleniyor ve ürettikleri gazlarla atmosferdeki dengeyi sağlayan denizdeki mikro yaşam biçimleri tehdit altına giriyor. Sanılanın aksine atmosfer dengesinin çoğu ormanlar tarafından değil, okyanuslardaki minik canlılar tarafından sağlanmaktadır.
Okyanus kimyasındaki en ufak bir değişim, atmosferin dengesini tahmin edilemeyecek şekilde değiştirecektir.
Küresel ısınma, okyanusları etkilediği gibi kutup buzullarını da etkiliyor. Milyonlarca yıldır donmuş hâlde bekleyen buzullar, şu an eriyip suya karışıyor. Buradaki en büyük tehlike, deniz seviyesinin yükselip kıyılardaki yüz milyonlarca kişinin yaşadığı insan yerleşimlerini tehdit etmesi değil. Buradaki esas tehlike, antik donmuş virüs ve bakterilerin suya karışmasıdır. Bu mikroorganizmalara karşı hiçbir bağışıklığımız yok ve bunların ne derece ölümcül olduğunu da bilmiyoruz. Ayrıca eriyen buzulların altında bütün atmosfer dengesini bir anda bozabilecek akıl almaz boyutlarda donmuş metan gazı olduğunu da biliyoruz. Yavaş zannedilen küresel ısınma, hiç beklenmedik şekilde bu metan yüzünden bir anda hızlanabilir.
Elbette bütün bunlar önlenebilir tehlikelerdir.
Dünyanın başındaki birçok tehlikeyi durdurabiliriz. Dünyaya çarpma ihtimali olan göktaşları bile önceden haber alınırsa önlenebilir. Ancak durdurması mümkün olmayan bazı tehlikelerde var. Evet, ırkımızı tehdit eden ve başladığı zaman durdurulması mümkün olmayan en büyük iki tehlike, nükleer felaketler ve süper volkanlardır.
Nükleer silahlar, şu an dünyanın birçok ülkesinde vardır ve sayıları dünyayı birden çok kez yok etmeye yetecek şekilde on binleri geçmiştir. Çoğu noktada ise zincirleme bir nükleer savaş başlatma düğmesi birkaç kişinin elindedir. Bazen bir denizaltı kaptanının, bazen bir füze silosu komutanının, bazen de makam odalarındaki kravatlı bir kişinin…
Bir diğer büyük tehdit ise süper volkanlardır –ki bu tehdit nükleer tehlikelerden bile daha büyük bir tehdittir. Hatta belki de insanoğlunun başındaki en büyük tehdit süper volkanlardır diyebiliriz çünkü kontrolü insan elinde değildir ve durdurmak için şu an yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Tek bir süper volkan patlaması, dünya nüfusunun yarısını zehirli kül ile öldürebilir ve geri kalan yarısını da atmosferi yıllar sürecek karanlığa sokmak suretiyle soğuk ve açlıktan öldürebilir.
Şu an tespit edebildiğimiz yirmiden fazla süper volkan, dünyanın çeşitli yerlerine yerleştirilmiş saatli bombalar hâlinde beklemektedir ve ne zaman patlayacaklarına dair bilim insanlarının hiçbir fikri yoktur.
Jeolojik tarihe bakarsak, belirli aralıklarla süper volkanlar patlamış ve canlılığın çoğunu birçok defa yok etmiştir. Peki, ne yapacağız? Bu tehditler yokmuş gibi mi davranacağız? Hayır, yapmamız gereken şey bilim ve teknolojide ilerleyip bu tehlikeleri bertaraf etmek için yeni icatlar ve keşifler yapmaktır. Yarın bu volkanlardan biri patlasa, küresel kıyamet kopar ancak volkan araştırmalarına ayrılan bütçeler maalesef komik derecede düşük.
Düşünebiliyor musunuz? Dünyada insanoğlunu tamamen yok etme kapasitesine sahip yirmiden fazla saatli bomba var ancak bizim bunu durdurmak için yaptığımız doğru düzgün hiçbir çalışma yok.
Bırakın süper volkanları durdurmayı, bunların mekanizmasını anlamak için ayırdığımız bütçe Avrupa’daki bir futbol takımının çim sahasının bakım bütçesi kadar bile değil.
Unutmayın, bir uyurgezerin sakınmazlığı ve cesaretiyle yürüyenler elbet bir gün bir duvara çarparlar.
O duvar da sandığımızdan daha yakında olabilir.
Peki, ne yapalım? Biz de süper volkan karşıtı bir örgüt kurup toplumu bölelim mi? Protesto mu düzenleyelim? Hayır, böyle yaparak sadece küreselcilerin ekmeğine yağ sürmüş oluruz.
Bizler gerçek mücadelenin eğitim sahalarında laboratuvarlarda ve zihinlerde gerçekleşeceğini biliyoruz.
Şimdi elimizdeki gerçekleri sıralayalım:
İnsanlığın yok olma riskinin en fazla olduğu yüzyılın içerisindeyiz.
Milletler, küresel güçler tarafından küçük parçalara bölünüp ayrıştırılıyor ve kendi içlerinde çatıştırılıyor.
Sosyal Adalet dengesi tamamen bozuldu. Zengin ve fakir arasındaki uçurum tarihte hiç olmadığı kadar arttı. Yeni yapay zekâ ve robotik teknolojiler sayesinde iş kollarının büyük çoğunluğu yok olma sürecine girdi ve bu durum zengin ve fakir arasındaki uçurumu daha da arttıracak.
Doğu-Batı ve merkez-çevre ülkeleri arasındaki ipler yeniden geriliyor.
Artan nüfusa bağlı olarak su ve gıda ihtiyacı kritik seviyelere doğru ilerliyor.
Küresel ısınmaya bağlı mevsim dengesizliği yıldan yıla artıyor.
Şimdi, bu sorunları kim çözecek?
Küresel güçler mi? Elbette hayır. Onlar elit tabaka olarak kazançlarını arttırmaktan gayet memnunlar.
Devlet liderleri mi? Hayır, devlet liderlerinin çoğu demokrasiyle seçildiği için politikalarını günlük popülizm söylemlerine göre ayarlıyorlar ve oy potansiyeli olmayan hiçbir meseleyle ilgilenmiyorlar. Demokrasi yoluyla iktidara gelmeyenler de zaten kendi şahsi menfaatlerini sağlamakla meşguller.
Demokratik yönetimlerin en büyük kaygısı “oy” olduğu için asla bilimsel, saf gerçeklikle karar veremezler.
Söz buraya gelmişken demokrasiye de biraz değinelim.
Herhangi bir milletvekilinin veya siyasetçinin yanına gidin, ona sorun:
“Her yıl trafik kazalarından yüz binlerce insan ölüyor. Bunu kesin olarak sıfıra indirmenin yolu nedir?”
“Bilmiyorum,” diyecekler.
“Küresel ısınmayı durdurmanın ve geri çevirmenin yolu nedir?”
“Bilmiyorum,” diyecekler.
“İnsanlığın başında süper volkanlar gibi dev tehlikeler var. Bunlardan nasıl kurtuluruz?”
“Bilmiyorum,” diyecekler.
“Her yıl binlerce farklı hastalıktan, yüz binlerce insan ölüyor. Hastalıkları nasıl bitiririz?”
“Bilmiyorum,” diyecekler.
“Her yıl, ekilebilir araziler giderek azalıyor ve toprağın verimi de düşüyor. Toprağı mahvetmeden yüzlerce yıl boyunca katlanarak artacak kaliteli ürünü nasıl üretiriz?”
“Bilmiyorum,” diyecekler.
Neyi bilirler peki?
Laf oyunlarını çok iyi bilirler. Halkın acılarını veya sevinçlerini kullanmayı bilirler. Para çevirmeyi bilirler.
Milletvekillerinin büyük çoğunluğunun doğru düzgün uzmanlık alanı yoktur. Çoğu eski patrondur ve paralarını büyütmek, çevre edinmek, şahsi hırslarını beslemek için vekil olurlar. “Yüksek nitelikler” kimsenin umurunda olmaz çünkü buna gerek yoktur.
Demokraside halk ayrıştırılır, birbirine düşman edilir ve bu düşmanlıklar körüklenerek bundan kazanç sağlanır. Her gün haberlerde siyasilerin laf yarıştırmasını izlersiniz. Binlerce insanın hayatına mal olan sorunların çözümünü ise asla konuşmazlar. Onlar, günlük politika ile halkı meşgul ederler. Hitap ettikleri kitleleri öyle çok ayrıştırır ve militanlaştırırlar ki evine ekmek götürmekten başka gayesi olmayan insanlar bile oturduğu yerden başka kesimlere nefret duyarlar.
Halkın başındaki sorunların çözümü kimsenin umurunda değildir. Hatta halk istemezse, ilgilenmezse veya haberi yoksa sorunların çözümünden kimse bahsetmez.
Bakınız, toplum birbirinden nefret ediyor. Bu nefret öyle bir hâle geliyor ki ülkenin bir kesimi, diğer kesimi tarihimizdeki en pislik düşmanlardan bile daha aşağı görüyor. Herkes birbirine düşman. Herkes, kendisi gibi düşünmeyen kesimleri aşağılıyor. Biri birine “çomar” diyor, diğeri diğerine Batı uşağı... Üstelik bu durum, yüz yıldan beri böyle. Sıfatlar ve kişiler değişiyor ancak toplumun birbirine karşı nefreti hiç bitmiyor.
Daha önce de belirtmiştik. Biz Batılı değiliz. Demokrasi bizde işlemez. Sadece kavgayı ayrışmayı arttırır. Birileri de bu ayrışmadan prim yapar.
Bugün peşinde koştuğunuz parti yarın menfaat için gider iğrenç bir işe bulaşır. Sonra siz de bunların peşinde dolana dolana karaktersiz kimseler oluverirsiniz.
Siz de partiler gibi gerçeği umursamadan siyaha beyaz, beyaza siyah dersiniz.
Her şeyden de kötüsü, putperest olursunuz.
Putperestlik, sadece bir heykel yapıp ona tapmak değildir. Takım tutar gibi dine tapar gibi şahıs veya güruh tutmaktır.
Yanlış da yapsa, inadına bir partiyi savunursunuz.
Neden? Diğer partiyi sevmediğiniz için…
“Kötünün iyisini” kabul eder ve onun kötülüklerini sineye çekersiniz.
Peki, soruyoruz size:
Bakınız cumhuriyet devrinde yüzlerce parti, yüzlerce seçim geldi geçti.
Ne oldu?
Nereye ulaşabildik?
Başkaları 10 yılda dünya gücü olur, 20 yılda dünyanın askerî güç sıralamasında 20 kat ileriye geçer.
Peki, biz?
Biz ancak birbirimizi yiyoruz.
Eğer Müslüman iseniz bilin ki Allah Kur’an’da işi ehline vermeyi ve ehil kimseler arasında istişare (uzmanlar kurulu) yönetimini emretmiştir.
Eğer Müslüman değilseniz, akıl ve mantık gösteriyor ki yönetimde sadece uzman kişiler olmalıdır. Kimse üstüne vazife olmayan işlere kalkışmamalıdır.
Ömründe mahallesinden çıkmamış, eline bir tek kitap almamış kişiler bile kalkıyor, dış politikamız hakkında konuşuyor. Sorsan, haritada ülkenin yerini bilmez.
İşte size demokrasi! Herkes her şey hakkında konuşuyor ve hiç kimse bir başkasının uzmanlık alanında hiçbir fikri olmadan bir şeyler söylemeyi garip bulmuyor.
Peki, nereye kadar?
Elbette ki işler yeterince ciddileşene kadar bu mantıksızlık devam edebilir. İşler belli bir ciddiyet seviyesini aştığı zaman olması gereken olur ve sadece uzmanlara söz hakkı verilir.
2020 yılında Covid-19 virüsü Türkiye’ye geldiği zaman sabahtan akşama kadar birbirini yiyen o politikacılar “birazcık” sesini kıstı ve sözü bilim kuruluna verdiler. İşin uzmanlarını çağırıp süreç hakkında kararlar vermelerini istediler.
Neden?
Çünkü virüsü demokrasi ile yenemezsiniz! Demokrasi problem çözmez. Hele hele bu kadar ciddi problemleri hiç çözmez. Bu noktada Türkiye de “zorda kalınca” doğru olanı yaptı ve kararları uzman bilim insanlarının eline bıraktı.
Eğer demokrasi ile bu süreç yönetilseydi ve halka ne yapılması gerektiği sorulsaydı ne olacaktı?
Bir seçim sonucu hayal edin:
1. %34 oy: “Virüs birilerinin tezgâhladığı bir oyun, gerçek değil.”
2. %25 oy: “Hastalık, günahlarımız yüzünden Allah tarafından bir gazap olarak gönderildi. Tek çözüm tövbe etmek.”
3. %17 oy: “Virüs bize bir şey yapmaz. Tedbir alınmasın.”
4. %13 oy: “Geleneksel Anadolu tıbbı ile şifa buluruz. Zencefil ve bal karıştıralım. Virüs falan kalmaz.”
5. %6 oy: “Tedbir almayalım ve bırakalım ölen ölsün. Bağışıklık kazanırız.”
6. %4 oy: “Herkes zorla evine kapatılsın. Sokağa çıkmak yasak olsun.”
7. %1 oy: “Bırakın da işin uzmanları karar versin!”
Evet. Her soruna olduğu gibi bu soruna da demokrasi ile yaklaşsaydık bunlar olacaktı.
Esasında dünyaya bilimsel yaklaşan her akıl sahibi için gidilecek tek yol bellidir. Devletin bütün mekanizmaları ve bütün politikalar bilim insanları ve teknik uzmanların elinde olmalıdır.
Yönetimi sadece bilim insanlarına vermek de yeterli olmaz çünkü yozlaşma tehlikesi çok büyüktür. Bilim insanları yozlaşabilir veya bu bilim insanlarının seçiminde bilerek veya bilmeyerek yanlışlıklar yapılabilir. Bu riskler sebebiyle, bu geçişi yönetecek ve kontrol edecek bir sistem kurulması şarttır. Devletin tüm kurumları bu sisteme göre yönetilmeli ve gelecek politikaları da şimdiden belirlenmelidir.
"Bu ülke ne zaman kurtulacak?
100 yıl öncesini tartıştığımız kadar
10 yıl sonrasını tartışmaya başladığımızda..."