Uluğ Bey, Timur öldükten bir süre sonra ülkenin hükümdarı oldu. Ancak Uluğ Bey, hükümdarlığı ve savaşçılığı ile adını tarihe yazdırmamıştır. Hayır, dedesi Timur’un kazandığı zaferlerin yanından bile geçememiş birisidir. Ancak bilim ve teknolojiye o kadar çok önem verdi ki Türklüğün ilerlemesine Timur’dan veya Bayezid’den daha çok katkısı oldu deme cüretini gösterebiliriz.
Uluğ Bey, bir bilim insanıydı.
Türklerin, bir bilim insanı olan tarihteki ilk hükümdarıydı. Dedesi Timur, birçok icadı olan bir mucitti lakin bütün yaratıcı zekâsını savaş alanına vermişti ve yaptığı bütün icatları savaş üzerineydi. Uluğ Bey ise kendisini farklı alanlarda bilime ve teknolojiye vermiş, Türkistan’ı dünyanın bilim ve teknoloji merkezi hâline getirmişti.
Uluğ Bey, etrafındaki dostlarını çok çeşitli alanlardaki bilim insanlarından, sanatkârlardan ve zanaatkârlardan seçerdi. Onun bütün meşgalesi, bütün ilgisi ve bütün enerjisi bu konunun üzerindeydi. Ancak bu durum din insanları ve dindar halk üzerinde tepkiyle karşılanıyordu.
Daha önce, Moğol istilası ile birlikte Türk bilim ve medeniyet ışığının söndüğünden bahsetmiştik. O dönemden beri bilim itibar görmüyordu ve hayat üzerinde sorgusuz sualsiz inanç esasları hüküm sürüyordu.
Halk, devlet liderlerinden veya büyük âlimlerden önce dervişlerden ve tarikat şeyhlerinden emir alıyor, hayatlarını bunlara göre yönlendiriyorlardı. İnancın bile özü bozulmuş, halk üfürükçülere ve sahtekâr hocalara inanmaya başlamıştı. Zira bu çok kârlı bir işti. Birçok insan bu hurafeler üzerinden geçimini sağlıyordu. Bu sözde dinî önderler, yıllar yılı güçlerini arttırmışlar ve halkın üstünde büyük bir nüfuz sahibi olmuşlardı.
Uluğ Bey, bu sözde din yetkililerine değil de bilim insanlarına itibar ettikçe, bilim insanlarının sözlerini bu sözde din yetkililerinin sözlerine tercih ettikçe yavaş yavaş ipler geriliyordu.
Uluğ Bey, hâkim olduğu çevrede otoritesini sağlamlaştırdıktan sonra şahsi zevklerini bir kenara bıraktı ve kendisini tamamen bilime verdi. Özellikle gök bilimi ve matematik üzerine uzmanlaştı ve devrin en büyük bilim insanları ile birlikte çalışmaya başladı. Semerkant yakınlarında dünyanın en büyük uzay gözlem evini kurdu. Ayrıca aynı şehirde bir de üniversite kurdu ve başına gökbilimci Bursalı Kadızade’yi geçirdi. Bu üniversitede, Türkistan gençlerinin bilim ve teknoloji üzerine eğitilmesi ve geleceğe ışık tutması isteniyordu.
Uzun süren gök bilimi çalışmalarının ardından Uluğ Bey, “Zeyc” adı verilen bir kitap yazmış ve bu kitap Uluğ Bey’den sonra özellikle Avrupa’da büyük ilgi görmüştür. Bir kısmı, çeşitli Avrupa dillerine çevrilip 1800’lü yıllara kadar kullanılmıştır. Bu çalışmalar bilim dünyasında çığır açsa da sözde din insanları tarafından hiddetle karşılandı. Bu din insanları, gökyüzünün incelenmesini ve hayata bilim gözüyle bakılmasını, dine karşı bir suç olarak görüp halka da bunun propagandasını yaptılar.
Büyük dâhi, bizzat kendi oğlu tarafından hileyle öldürüldükten sonra sözde din insanları halkı ayaklandırarak Semerkant’taki dünyanın en büyük gözlemevini yıkmışlardır. Kısa süre sonra da devlet zayıflamış ve parçalanmıştır.
Lakin Türklüğün bilim ve teknoloji ışığı burada sönmemiştir.
Uluğ Bey’in devri kapanırken batıdaki Türklerde tarihin en zeki ve en nitelikli hükümdarlarından biri olan Fatih Sultan Mehmed Han’ın devri başlamıştır.
Fatih, gençliğinde hem medrese eğitimi almış hem de yabancı hocalardan Antik Yunan filozoflarının kitaplarını öğrenmiştir. Küçük yaşta Türkçenin yanı sıra Latince, Arapça, Farsça, Yunanca ve İtalyanca öğrenmiştir.
19 yaşına kadar çalkantılı olayların içinde kalan Mehmed, bu yaşında hakiki anlamda tahta çıktı ve devletin başına geçti. Kardeşler arası çekişmenin geçmişte bir iç savaşı tetiklediğini, devletin dış ve iç politikada bu yüzden çok zor durumda kaldığını ve iktidar çekişmesinin nice canlara mal olduğunu görmüştü. Bu yüzden tahta çıkar çıkmaz babasının başka bir kadından olan oğlunu öldürdü.
Fatih’in çeşitli bilim, tarih ve felsefe kitaplarından oluşan son derece büyük bir şahsi kütüphanesi vardı. Boş zamanlarında burada bilim ve felsefe kitapları okur, Türk ve yabancı birçok bilim insanının burada sohbet etmesini ister, daima onların arasında bulunurdu. Uluğ Bey’in en yakınlarından olan gök bilimci Ali Kuşçu’yu İstanbul’a getirterek ona çok büyük ihsanlarda bulundu. Ayrıca devletin yapısını sağlamlaştırmak için imparatorluğun son günlerine kadar etkisi devam eden kanunlar yaptı. Ülke çapında 500’den fazla mimari yapı yaptırdı ki bunların arasında birçok kütüphane de vardır.
Fatih, Ali Kuşçu’ya, Osmanoğulları idaresindeki Türk Devleti’nin ilk yükseköğrenim kurumunu kurdurtmuş ve burada dersler vermesini sağlamıştır. Bu yükseköğrenim kurumu, müfredatında belirtildiği üzere “nakli ve akli” dersler veriyordu. Nakli dersler, dinî metinlerden nakledilen din dersleri; akli dersler ise akıl ve bilimle elde edilen alanlardaki derslerdi.
Fatih, ateşli silahlara ve ileri teknolojiye derin bir merak duyuyordu. Bu sebeple, emrindeki kişilere çağın en ileri askerî silahlarını yaptırmış, kendisi de bizzat tarihin ilk havan topunu icat etmiştir. İstanbul’u herkesin bildiği dâhiyane fikirlerle fethettikten sonra Anadolu ve Balkanlar’da birçok toprak kazanarak Osmanoğulları idaresindeki Türk devletini bir imparatorluğa çevirmiştir. Bu yönü ile Fatih’e, Osmanoğulları’nın ilk imparatoru diyebiliriz.
Doğu Roma’yı aldığı gibi Batı Roma’yı da almak istiyordu. Buna hazırlık olarak İtalyan kıyılarına denizden bir çıkarma yaptırıp burada bir kale ele geçirmiş ve bu kaleyi bir “istila üssü” hâline getirmiştir. Muhtemelen buraya geçip İtalya’da Roma üzerine savaşa çıkacağı bir sırada maalesef zehirlenerek öldürülmüştür.
Bu noktada kardeş katli meselesi yüzünden Osmanoğulları’nı eleştirenlere karşı gayet yerinde bir örneğe rast geliyoruz. Fatih’ten sonra tahta çıkan oğlu 2. Bayezid, kardeşi Cem’i öldürmedi.
Sonuç? Cem etrafına küçük bir ordu toplayıp Bursa’da kendi padişahlığını ilan etti ve burada savaşlar yaşandı. Osmanoğulları tarihi boyunca öldürülen şehzade sayısından kat be kat daha fazla insan, bu çatışmalarda hayatını kaybetti. Tam bu noktada Cem Sultan, Türk tarihinin en büyük şuursuzluklarından birini gösterdi ve kardeşi 2. Bayezid’e imparatorluğu ikiye bölmeyi teklif etti. Teklifince Bayezid balkanlarda kendi devletini yönetecek, Cem de Anadolu’da kendi devletini yönetecekti.
Bu teklif, bir nebze aklı olan tüm devlet adamlarını dehşete düşürdü ve bu şuursuz teklif sebebiyle, “arada kalmış” birçok devlet insanı, kararını kesinleştirip 2. Bayezid tarafına geçti.
Türk imparatorluğuna düşman olan dış ülkeler ise bu fikrinde elbette ki Cem Sultan’ı desteklediler. Cem Sultan, dış ülkelerin yardımıyla Anadolu’da birçok yeri ele geçirmeye çalıştı ancak girdiği bütün savaşlardan yenilgiyle çıkarak en sonunda batılı Hristiyan devletlere sığındı.
14 yıl boyunca Türk Devleti’ni dış ülkelerin desteği ile karıştıran ve devlete karşı sayısız yabancı komplonun içinde bulunan Cem Sultan, nihayetinde Fransızların elindeyken öldü.
Cem Sultan’ın uzun yıllar boyunca ülkeye bu kadar çok zararı olmasına rağmen ölüm haberi İstanbul’a ulaştığında Sultan 2. Bayezid ülkede 3 gün yas ilan etti ve bütün camilerde Cem Sultan’ın gıyabi cenaze namazını kıldırdı. Cem’in adına fakirlere 100 bin altın akçe dağıttı. Yufka yürekli Bayezid, kardeşini öldürmeye muvaffak olamadığı için Türk Devleti 14 yıl boyunca nice sıkıntılar içine girdi lakin Bayezid hâlen onun anısını yaşatmaya çalışıyordu. Bu durumda Fatih Sultan Mehmed Han’ın ne derece doğru bir karar verdiğini bir kez daha anlamış oluyoruz. Az kalsın bir tek kişiye gösterilen merhamet yüzünden koca imparatorluk parçalara ayrılacaktı.
Milletlerin bugünkü gibi bir sosyal yaşama sahip olmadığı, tek meşru iktidarın hanedan üyeleri olarak kabul edildiği bir zamanda Metehan’ın ve Fatih’in yolundan gitmek yapılabilecek tek doğru şeydir. Bunu yazılarımızın devamında birçok kez anlayacaksınız. Türk devletinin, bu olgunluğu ve soğukkanlılığı göstermeyenler tarafından nasıl yıkılışa sürüklendiğini ve bir kişiyi öldüremedikleri için milyonlarca Türk’ü nasıl ölüme sürüklediklerini göreceksiniz.
Cem Sultan’a burada kızmak yersiz. Zaaf gösterdiği için 2. Bayezid Han’a kabahat bulmak gerekiyor. Zira Cem meselesi yüzünden, pek bilinmese de Türk ve İslam âlemi çok ancak çok büyük bir kayıp daha yaşamıştır. Bu kaybın adı İspanya’dır.
Evet, İspanya; 800 yıldır Müslümanların elindeydi ve orada birçok devlet kurmuşlardı. 2. Bayezid, Cem ile uğraşırken Müslümanlar İspanya’da yenilgiye uğradı ve Türklerden yardım istediler. Bu bir “sahiplenme” çığlığıydı. Eğer yardım gönderilseydi, şüphesiz ki İspanya’daki Müslüman varlığı devam edecekti ve yine şüphesiz ki burada bir Türk hâkimiyeti sağlanacaktı.
İspanya Türk kontrolüne girseydi; Cezayir, Tunus ve Libya gibi yerler de erken zamanda Türk hâkimiyetine girecek ve Akdeniz’de tartışmasız bir Türk hâkimiyeti sağlanacaktı. Tarihle ilgilenen herkesin bildiği gerçek şudur ki Türkler Akdeniz’i ele geçirmek için daha sonra en çok Hristiyan İspanyollarla savaşmıştır.
Tam tersi olduğunu bir düşünün. İspanya Türklerin elinde ve Müslüman! Akdeniz’de karşımıza çıkabilecek hiçbir güç yok. İtalya ve Roma, bir kurdun ağzına girmiş tavşan gibi devasa bir Türk hilalinin içine alınmış…
Sonuç ne olurdu?
Meseleyi bir adım daha öteye götürelim; Kuzey Amerika’yı ve Güney Amerika’yı keşfedenler, Avrupa’nın kendisinden bile daha büyük topraklar elde edenler kimlerdi? Eski Endülüs topraklarındaki İspanyol ve Portekizliler değil miydi? Evet, Cem meselesinin zafiyeti olmasaydı ve Endülüs kurtarılsaydı, coğrafi keşifler ile birlikte Kuzey ve Güney Amerika’nın, Afrika’nın, Uzak Doğu’nun ve Okyanusya’nın birçok bölgesi Türk hâkimiyetine girebilirdi. Hadi daha realist düşünelim; en azından, imparatorluğumuzun ömrü ciddi şekilde uzardı. Daha geniş bir coğrafya, sınırsız ekonomik imkânlar, bütün ticaret yollarının hâkimiyeti ve şüphesiz ki Avrupa’da daha fazla ilerlemenin kültürümüze katacağı medeniyet ögeleri ile birlikte çok başka bir dünya kurulabilirdi. Bugün burada küçük Anadolu’ya hapsolmuş bir şekilde, 400 yıl boyunca bir vali ile yönettiğimiz Yunanlara karşı kazandığımız zaferi bayram olarak kutlayan, dünya çapında “orta sınıf gelişmekte bir ülke” olarak nitelendirilen bir Türkiye olmayabilirdik! Yunanlar kim ki bizim evimize girip bize saldıracak? Böyle acı durumlara hiçbir zaman düşmezdik. Lakin tarih, bir domino taşı gibi etki ediyor. Biz coğrafi keşiflerden uzak olmasaydık, imparatorluğumuz geri kalmayacaktı. Geri kalmasaydık devletimiz zayıflamayacaktı ve nihayetinde, 1. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılan tarafta olmayacaktık. Belki de o savaş hiçbir zaman gerçekleşmeyecekti. Bizim küçük bir tebaamız olan Yunanlar, Anadolu’muza ayak basamayacaklardı. Zayıflığımızı fırsat bilenler içimizde isyanlar çıkaramayacaktı.
Evet, Metehan’ı ve Fatih’i gaddar olarak görebilirsiniz. Onları eli kanlı katiller olarak hatırlayabilirsiniz. Ancak bizler bütün varlığımızı birkaç kişinin öldürüldüğü bu gaddarlıklara borçluyuz ve devlet olarak bütün kaybettiklerimizi de birkaç kişiyi öldürmeye kıyamayıp milyonlarca insanı ölüme sürükleyen yufka yürekli zayıf kişiliklere borçluyuz.
Hoşunuza gitmeyebilir lakin gerçek budur. Bu dünya bir cennet değildir. Bu dünyada var olmak, hayatta kalmak ve yükselmek için zor kararlar almak zorundasınız. Eğer liderlerimizin hepsi aşırı iyi niyetli, aşırı yufka yürekli, bir damla kan bile dökmek istemeyen kişiler olsaydı, daha tarih sahnesine çıkmadan yok olmuş olurduk.
Devlet ve siyaset, bir milletin kaderini belirler ve milletlerin kaderini belirleyen siyasette en ufak bir zaaf dahi telafi edilemez zararlara yol açar. Bu yüzden, devlet sahibi olmuş liderler kalbini ortadan ikiye bölmelidir. Devletin birliği, bütünlüğü ve yükselmesi için insani yönlerini tamamen öldürmeli ve olaylara kesin bir akıl ve strateji gözüyle bakmalıdır. Aksi hâlde hatalarının bedelini millet öder.
Milletler; kendisine bedel ödeten değil, kendisi bedel ödeyen liderler tarafından yönetilmelidir.
Aksi hâlde büyük felaketler yaşarlar; yaşadılar da...
Velhasıl Endülüs’e gerekli yardım yapılamadı ve İspanya’daki Müslüman devleti tamamen yıkıldı. Hristiyanlar bölgede yaşayan Müslümanları ve Yahudileri kılıçtan geçirdiler. Türk devletinin tek yapabildiği ise oradaki sivil halkı başka yerlere taşımak oldu. Müslüman halk Kuzey Afrika’ya taşındı ve sayısı 150 bini bulan Yahudi ise başta Selanik olmak üzere Türk topraklarına getirildi.
2. Bayezid ayrıca, Fatih’in İtalya’yı ve Roma’yı almak amacıyla üs olarak zapt ettiği İtalya’daki Otranto Kalesi’ni de İtalyanlara bırakmıştır. 2 yıllık mühimmat ve gıda stoku bulunan 10 bin kişilik Türk ordusu, 2 bin kişiden biraz fazla olan Napoli ordusuna Otranto Kalesi’ni teslim edip İtalya’dan çekildi. Büyük idealler bir bir terk ediliyordu.
2. Bayezid devrinde Türk tarihi açısından bir başka önemli olay daha yaşanıyordu. Doğuda İran’daki Türkler arasında büyük değişimler meydana geldi. Yaklaşık 200 yıldır Şii ekolünün propagandasını yapan ve birçok yandaş toplayan Safevi tarikatı, bölgedeki siyasi çalkantılardan faydalanarak yönetimi ele geçirdi.
Türkler, bir kez daha mezhep sınavından geçeceklerdi.
Esasen, Safevi tarikatının kurucuları Türk’tür. Ancak onlar kendi soylarını dinî ve siyasi sebeplerle İmam Hüseyin’e dayandırıp, Arap olduklarını iddia ediyorlardı. Safevi Devleti’ni kuran Şah İsmail de bu söylemi devam ettirmiş ancak Türk dilini konuşmayı ve Türk kültürünü yaşatmayı hiçbir zaman bırakmamıştır. Ayrıca Safevilerin devlet kademeleri ve orduları büyük ölçüde Türklerden oluşmaktaydı.
Şah İsmail’in bölgeye hâkim olması, tarih sayfaları arasında okuyup geçeceğimiz sıradan bir olay değildir. O döneme kadar yüzlerce devlet gelip geçmişti ancak ilk defa İslam dünyasının göbeğinde hem Türk hem de Şii bir devlet kuruluyordu.
Şahın İran’ı ele geçirmesi, evvela Avrupa’da büyük bir sevince neden oldu çünkü kapılarına dayanan Türk belasını arkadan vurup zayıflatacak bir fırsat doğmuş oluyordu. Bu anlamda derhâl Venedik ile Safeviler arasında iş birliği anlaşması yapıldı. Safeviler doğudan, Venedikliler de batıdan Osmanlı Türklerine saldıracaktı. Bu gelişmeleri haber alan 2. Bayezid; Mısır’daki bir başka Türk devleti olan Memlüklerle bu ittifaka karşı yeni bir ittifak kurup deniz yoluyla sayısız silah ve mühimmat yardımı gönderdi.
Mısır’daki Türkler, bu yeni Şii tehlikesinden çok çekindikleri için Osmanlı yardımını derhâl kabul ettiler çünkü daha önce Mısır’da bir Şii yönetim olmuştu ve bu Memlükler zaten bu yönetimi yıkarak iktidara gelmişlerdi.
Şah İsmail, savaş başlatmak için Osmanlı ve Memlüklerin himayesi altında bulunan Dulkadiroğlu beyi Bozkurt’a bir elçi gönderdi ve kızını kendisine eş olarak göndermesini istedi. Bozkurt Bey kızını vermek istemeyince Şah, ordusunu toplayıp Osmanlı toprakları üzerinden geçerek bu bölgeye geldi. Bozkurt Bey’in bir oğlunu ve iki torununu, esir alınmış hâlde öldürdü ve atalarının mezarını yaktırdı. Alenen savaş ilanı olan bu harekete hem Memlükler hem de 2. Bayezid sessiz kalmıştı.
Babasının sessizliğini gören ve o dönemde Trabzon’da sancak beyi olan Şehzade Selim, bu olaylar karşısında öfkeden deliye döndü. Zira daha sonra “Yavuz” adını alacak olan Selim’in annesi Bozkurt Bey’in öz kızıydı. Bayezid, Bozkurt Bey’in kızı ile evlenmişti ve Selim bu kadından dünyaya gelmişti.
Şah İsmail’in, Bozkurt Bey’in kızını istemesi, açıkça Bayezid’e meydan okumaydı. 2. Bayezid ise şahın tahriklerine tamamen sessiz kalmıştı.
Annesinin ailesine, Sünni ahaliye ve açıkça devletine karşı yapılan bu hakaret karşısında babasının tepkisiz kalmasına deliren Şehzade Selim, cesurca bir hamle yaparak bir avuç adamıyla Safevilerin topraklarına, Safevi sarayının içine kadar girdi ve şahın bazı akrabalarını kaçırıp Trabzon’a geri döndü. Üstelik bu girişimi tamamen babasından habersiz yapmıştı.
Gelişmeler üzerine 2. Bayezid, 100 bin kişiyi aşan dev bir ordu toplayıp bu orduyu Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleştirdi. Esasında amacı savaş değil göz korkutmaydı. Şah, toplanan bu orduyu haber alınca 2. Bayezid’e “şanlı büyük babam” diye hitap ettiği özür mektupları yazarak kendi ülkesine çekildi.
Ortam bu derece gerginken 1509 yılında Osmanlı’da çok büyük doğal felaketler yaşandı. Öncelikle Sivas, Çorum, Tokat ve Amasya’da 45 gün boyunca çok büyük depremler oldu. Çorum halkının yarısından çoğu, depremin yol açtığı toprak kayması yüzünden hayatını kaybetti. Daha sonra deprem, aynı şiddeti ile İstanbul’da da oldu ve yüzlerce cami, binlerce ev yıkıldı. Depremin etkisiyle Marmara Denizi’nde tsunami oldu ve dev deniz dalgaları İstanbul surlarını aşıp şehre girdi. Sultan, İstanbul’da kalamayarak Edirne’ye kaçtı ancak aynı şiddette depremler Edirne’de de olmaya başladı. Arka arkaya gelen depremler sırasında nehirler taştı ve sayısız insan öldü.
Felaketler bitince padişah 100 bine yakın işçi, asker, mimar ve marangozu toplayıp yıkılan her yeri 65 gün içerisinde tamir ettirdi. Bu olay Türk tarihinin en büyük imar hareketi olmuştur.
Bu arada Şah İsmail de boş durmuyordu. Devletin başka işlerle meşgul olmasını fırsat bilerek Anadolu’da Şiiliği yaymak ve isyan çıkarmak üzere “Şahkulu” adında bir kişiyi harekete geçirdi. Uzun müddet teşkilatlanarak bekleyen Şahkulu, isyan bayrağı açıp Akdeniz ve İç Anadolu’daki birçok şehir ve kasabayı yakıp yıkmaya başladı. İsyancılar, Anadolu beylerbeyini gafil avlayıp esir aldıktan sonra vahşice öldürdüler. Uzun süre birçok şehir ve kasabayı yağmalayan Şahkulu ve ordusu, nihayetinde veziriazamın bölgeye gelmesi ile birlikte yok edildi.
Bu sırada Şehzade Selim, Safevi tehlikesine karşı yerinde duramıyor ve Safevi topraklarına akınlar düzenliyordu. Selim ayrıca kendi başına Gürcü krallarını da yenilgiye uğratıp vergiye bağlamıştı. Onun bu davranışları, ordu içerisinde büyük bir saygı ve sevgi toplamasına sebep oldu.
Şehzade Selim, babasının ülkenin başındaki tehlikelere karşı sürekli olarak kayıtsız kalması sebebiyle iyice çileden çıktı ve 1511 yılında bir darbe denemesinde bulundu. Tahtta bir padişah varken oğlunun darbe yapması daha önce görülmemiş bir olaydı. Bu durum, usul ve erkân uygulamalarına tamamen aykırıydı. Bu aykırı davranış yüzünden beklediği kadar destekçi bulamayan Yavuz mecburen geri çekildi. Lakin kendisini destekleyen ordu mensupları her yerdeydi ve bu yüzden Yavuz’a karşı hiçbir şey yapılamadı.
Padişah 2. Bayezid aşırı derecede yaşlanmış ve bitkin düşmüş bir haldeydi ve devleti yönetemeyeceğini anladı. Ancak tahta Selim’in geçmesini de istemiyordu. Ondan ve öfkesinden korkuyordu. Bu yüzden diğer oğlu Ahmet’i İstanbul’a çağırdı ancak Yavuz’un destekçisi olan askerler ortalığı ayağa kaldırdı ve kimseyi şehre sokmadılar. Kısa süre sonra sabrı taşan askerler, padişahın kapısına dayanıp derhâl padişahlıktan çekilmesini ve tahtı Selim’e devretmesine istediler. 2. Bayezid, istemeyerek de olsa bu söyleneni yapmaya mecbur kaldı ve Selim’i İstanbul’a çağırdı.
Yavuz Sultan Selim Han’ın çağı böylece başlamış oluyordu.
2. Bayezid defterini kapatmadan önce iki büyük olaya da değinmek lazımdır. Bunlardan ilki Kristof Kolomb’un İstanbul’a gelişi ve yeni kıtalara açılmak için sultandan yardım talep etmesidir.
Bu, Türklerin belki de tarih boyu kaçırdığı en büyük fırsatlardan birisidir. Eğer bu istek kabul edilseydi, Amerika’ya İspanyol ve Portekiz haçı yerine Türk hilali dikebilirdi ancak Bayezid Kolomb’u ve onun yeni dünya vaatlerini dikkate bile almamıştır. Bu, Amerika’nın elimizden ikinci kaçışı olmuştur. Daha önce Cem Sultan’la uğraşmaktan Endülüs’e el atamayan ve tarihin seyrini değiştiremeyen 2. Bayezid, ayağına kadar gelen bu fırsatı da maalesef kaçırmıştır.
Bir diğer önemli olay da insanlık tarihinin en büyük dehalarından birisi olan Leonardo da Vinci’nin, İstanbul’a gelip padişaha projeler sunması ve burada çalışmak istemesidir. 2. Bayezid, Da Vinci’yi de geri çevirmiştir.
Evet, sultan son derece iyi huylu, yufka yürekli bir padişahtı; çok merhametliydi. Lakin bunlar bir insan için “erdem” olarak sayılsa da bir padişah için ikinci planda olan şeylerdir. Bayezid, babası Fatih’in savaşçılığından, gözü karalığından, cesaretinden, bilim ve teknoloji merakından ve yeri geldiğinde kan akıtabilme olgunluğundan hiç nasibini almamıştır.
Hayırseverliği, yufka yürekliliği ve iyi huyluluğu sayesinde “Veli Bayezid” lakabını almış ve halk arasında böyle anılmıştır.
Doğru; ona verilebilecek en doğru lakap budur.
Keşke gerçekten de bir veli olsaydı ve bir dergâhta hüküm sürseydi.