"Eğer uzayda başka canlılar varsa, sormamız gereken ilk soru şudur:
Medeniyet eşiğini geçtiler mi?
Muhteşem bir kudret ile benliklerini aşıp yıldızlara mı ulaştılar yoksa aynı kuvvetle kendilerini mi yok ettiler?
21. yüzyılda insanlık, işte bu eşikte duruyor."
21. yüzyılın ilk çeyreğindeyiz. Şu an, Modern Çağ olarak adlandırılan bir dönemde yaşıyoruz.
Gezegene ve üzerinde yaşayan canlılara objektif olarak bakarsak şöyle bir tablo ortaya çıkıyor:
Dünya üzerinde yaklaşık 8 milyar insan var. Bu 8 milyar insan, 7 farklı kıtaya dağılmış hâlde gezegenin rakipsiz hâkimi olarak yaşıyor. En az yaşam barındıran kıta, aşırı derecede soğuk olan Antarktika; en fazla insanın yaşadığı yer ise Asya. Hatta Asya’nın sadece güneydoğusunda o kadar çok insan yaşıyor ki bu bölge tek başına diğer kıtalara kıyasla daha fazla nüfusa sahip.
Nüfusumuz genel olarak o kadar fazla ki daha önce anlattığımız tarihî süreçler içerisinde bu nüfusun yakınına bile gelememiştik. On binlerce yıldır dünya üzerinde yaşayan insanoğlu, 1800’lü yıllara kadar nüfusunu ancak 1 milyara kadar yükseltebilmişti. Çok kısa bir süre sonra 1930’larda nüfusunu 2 milyara yükseltti.
100 yıl içerisinde doğan insanların sayısı, on binlerce yıl boyunca dünyada yaşayan toplam insan sayısına eşitti.
1930’lardan 1980’e kadar, insan nüfusu 2 milyar daha arttı. Evet, sadece 50 yıl içerisinde, bin yılların rekoru tekrar kırıldı.
1980’lerden 2010’a kadar dünya nüfusu katlanarak 7 milyara ulaştı.
30 yılda 3 milyar yeni insan!
Şu an bu satırlar yazılırken dünya nüfusu yaklaşık olarak 8 milyar civarındadır.
Nüfusumuz bu derece hızla katlanarak artarken gelecek hakkında endişe etmemek mümkün değil. Dünyaya sığamaz hâle gelebilir miyiz? Bu hızla gidersek, dünya kaynakları bize yetebilir mi?
Gelecekte insan nüfusunun nasıl olacağına dair biri iyimser, biri de kötümser olmak üzere iki farklı senaryo var:
İyimser senaryo şunu söylüyor: İnsan nüfusu 2050 yılına kadar yaklaşık 11 milyarı bulacak. Dünya genelinde yaygınlaşan yüksek hayat standartları sebebiyle, artık aileler daha az çocuk sahibi olacak ve insanlığın nüfus artışı duracak. Bu görüş, düzenli bir ekonomik kalkınma sayesinde bütün dünya halklarının eninde sonunda yüksek refaha ya da en azından şu anki gelişmiş ülkelerin seviyesine ulaşacağını ve böylece daha az çocuk doğuracağını öngörüyor.
Yine bu iyimser görüşe göre dünya nüfusu 2070’li yıllara kadar 12 milyar civarında sabitlenecek daha sonra düşüşe geçecek.
Diğer görüşe göre ise –ki bu görüş dünya şartlarına ve gerçeklere daha uygundur– insanlar arası savaşlar ve mücadele, toplumların tamamının ilerlemesin engelleyecektir.
Örneğin Afrika’yı ele alalım. 20 yıl sonra veya 40 yıl sonra Afrika’daki bütün ülkelerin gelişmişlik seviyelerini ilerletip bugünkü Avrupa standartlarına ulaşacağını söyleyebilir miyiz?
İyimser olursak bu aşamaya ulaşabilme “ihtimalinin” olduğunu kabul ederiz ancak gerçekçi olursak, bu coğrafyada yaşanan sonu gelmez savaşların, toplumsal çekişmelerin, darbelerin, devrimlerin, açlığın ve yaygın cehaletin, bu kadar kısa bir sürede kıtanın tamamında böyle bir gelişmeye izin vermeyeceğini görürüz.
Daha önce de anlattığımız gibi Afrikalılar binlerce yıl boyunca kabile hayatı yaşıyorlardı, ta ki Avrupa’dan ve dış dünyadan birileri gelip onlara başka bir medeniyetin var olduğunu haber verene dek. Daha sonra yine bu dışarıdan gelen yabancılar, onların yaşadıkları coğrafyanın çehresini değiştirmeye başladılar. Onlara yeni bir yaşam tarzı, yeni bir kültür, yeni bir eğitim ve yeni bir bilgi sistemi götürdüler. Eğer bugün Afrika’da medeni olarak yaşayan bazı bölgeler varsa, dış ülkelerden gelen insanlardan öğrendikleri bilgiler sayesindedir.
Peki, Afrika ülkeleri dış ülkelerden sürekli olarak bilgi almaya ve kendilerini dünya ile kıyaslayıp gelişmeye devam ediyorlar mı? Bir veya iki ülkenin bu konuda başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Eğitim sistemlerini yaygınlaştırıyorlar, tarıma ve sanayileşmeye önem veriyorlar ve ülkelerinin gelişmişlik seviyelerini yavaş yavaş arttırıyorlar. Ancak bu Afrika’nın çoğu bölgesi için henüz geçerli değil.
Bu meseleyi sadece Afrika ile özdeşleştirmemek gerekir. Bugün gelişmekte olan ülkeleri saymazsak, dünyanın birçok noktasında nüfusları milyarı aşkın olan lakin gelişmeye şiddetle direnen bölgeler vardır. Hatta ve hatta gelişmekte olan ülkelerin içerisinde dahi, bazı bölgeler gelişirken bazı bölgeler arada inanılmaz bir uçurum olacak şekilde geri kalmaktadırlar.
Örneğin Hindistan veya Brezilya’yı buna örnek gösterebiliriz.
Brezilya’nın en büyük şehirlerinden olan Rio’nun bir kısmında gökdelenler, eğitim kurumları, gelişmiş hastaneler, iş merkezleri, eğlence mekânları varken ve insanların hayat standardı dünyanın geri kalanına göre yavaş yavaş ilerlemekteyken aynı şehrin bir başka kısmında insanlar sefil bir şekilde hayatı yaşamaya mahkûm edilmiş. Evet, tahmin edileceği üzere gelişmiş olan bölgede nüfus artışı azken gelişmemiş olan bölgede nüfus artışı hayli fazla.
Brezilya gelişmekte olan ülkelerden birisi olarak gösteriliyor ve önümüzdeki 20-30 yıl içerisinde Avrupa’nın hayat standartlarına ulaşacağı öngörülüyor. Hakeza aynı şekilde bu iyimser tahminlere göre nüfus artışının da duracağı söyleniyor. Ancak gerçekçi olursak, bu durum sadece Brezilya’nın gelişmekte olan bölgeleri için geçerli.
Gettoların veya ormanların içerisinde yaşayan, hayatta kalma mücadelesi veren ve hiçbir şekilde doğru düzgün eğitime, sağlığa, güvenliğe ulaşamayan, hayatta kalma savaşı sebebiyle sürekli olarak bir ölüm tehlikesi altında bulunan insanların yaşadığı; hiçbir gelişmişlik emaresi göstermeyen ve nüfus artışının son derece yüksek olduğu bölgeler, 20 yıl sonra tamamen değişecek ve Avrupa standartlarına ulaşacaktır diyebilir miyiz?
Bugün Brezilya’nın nüfusu yaklaşık 220 milyona ulaşmıştır ve nüfusun artış hızında hiçbir eksilme yoktur. Son 20 yılda ekonomik olarak gelişmesine ve bazı bölgelerine daha yüksek hayat standardı sunmasına rağmen bu gelişmişlik, nüfusun artışına hiçbir etki yapmamıştır ve Brezilya’nın nüfus artış oranı düşmemiştir. Düşeceğe de benzememektedir.
Aynı şekilde bir başka örnek de Hindistan’dır:
Hindistan’ın bugün 1 milyar 400 milyon gibi devasa bir nüfusu vardır. Bu nüfusun büyük bir çoğunluğu eğitim sisteminden yeterince faydalanamayan, yoksulluk içerisinde yaşayan, işleyen bir sağlık sistemine ulaşmak şöyle dursun, sağlıklı ve temiz su kaynaklarına bile ulaşmakta zorlanan insanlardan oluşmaktadır. Buna rağmen Hindistan ekonomisi dünyanın en büyük ekonomilerinden birisi olarak gösteriliyor. Ancak bu ekonominin ülkeye kattığı zenginlik, nüfusun çoğuna yansımıyor. Sadece küçük bir zengin elitin elinde bulunuyor. Bu sebeple, sadece 600 bin nüfusu olan ve ekonomisi Hindistan’dan 38 kat daha küçük olan Lüksemburg “gelişmiş” bir ülke olarak sayılırken Hindistan “gelişmekte” olan ülke sayılıyor.
Evet, tıpkı iyimserlerin ortaya koyduğu gibi Hindistan’da zengin ve orta sınıf olarak yaşayan insanların doğum oranları düşük. Ancak problem de işte tam olarak burada. Ülkenin zenginliği ne kadar artarsa artsın, bu zenginlik hiçbir zaman yoksul çoğunluğun eline geçmiyor. Onların hayat standardını hiçbir şekilde geliştirmiyor. Hindistan bugünkü zenginliğinin iki katı zengin olsa dahi, ülkenin doğum oranlarında hiçbir değişiklik olmayacak çünkü ülkenin bütün zenginliği yine azınlıktaki elit kesimin elinde kalacak. Gelişmekte olan ülkelerin büyük bir çoğunluğunda zenginler ve fakirler arasında ekonomik uçurum var.
Eğer gerçekçi olarak bakarsak, önümüzdeki 20 yıl içerisinde bu durumun tamamen tersine döneceğini ve ülkelerin kendi içerisindeki ekonomik uçurumun kapanacağını söylemek saflık olur. Yani dünya nüfusu bugün hızla arttığı gibi önümüzdeki 20 yılda hatta 50 veya 80 yılda da artmaya devam edecek.
Bu ne anlama geliyor biliyor musunuz?
Dünya nüfusu şu an bu yazıyı okuyan insanların büyük bir çoğunluğunun ileride şahit olacağı şekilde yaklaşık olarak 30 milyara ulaşacak.
Evet, gerçekçi olursak dünya nüfusunun 30 milyarı aştığını hep beraber göreceğiz. Bu noktada hemen şu soruyu sormak gerekiyor: Dünya 30 milyardan fazla insanı besleyebilecek kapasiteye sahip mi? 30 milyar insanı besleyecek kapasiteye sahip olduğunu düşünsek bile bu 30 milyar insanın dünyanın zenginliklerini herkese yetecek şekilde bölüşeceğine inanabilir miyiz?
Bugün dünya üzerinde 8 milyar insan yaşıyor. Bu 8 milyar insan dünya zenginliklerini “yetecek şekilde” kullanıyor mu? Elbette hayır. Dünya kaynaklarını verimli kullanmak şöyle dursun, bu kaynaklar insanlığa –daha doğrusu insanlığın refah içinde yaşayan kısmına– yetmiyor.
Resmî istatistiklere göre örneğin Amerika’da yaşayan 300 milyon insan o kadar çok kaynak tüketiyor ki Amerika’nın yaşam tarzını bütün dünyaya uygularsak, dünyadaki 8 milyar insana yetmesi için Dünya gezegeninden en az 4 tane daha gerekiyor.
Hâl böyle olunca bir de bu işi gelecek açısından düşünelim. Dünya üzerinde 30 milyardan fazla insanın yaşadığını tasavvur edersek, bu 30 milyar insanın yaşam standartlarının minimum bugün gibi olacağını varsaysak bile bu gezegen hiçbir şekilde insanlığa yetmeyecektir. Daha da kötümser olup medeniyetin gelişeceğini ve insanların tüketim ihtiyacının Avrupa standartlarına ulaşacağını düşürürsek, 30 milyar Avrupa standardında yaşayan insanın, tüketmek için ihtiyaç duyduğu kaynaklar ne boyutta olacaktır?
En iyi ihtimale göre de en kötü ihtimalle göre de bu dünya hiçbir şekilde 30 milyar insanı besleyebilecek ve yaşatabilecek kapasitede değildir.
Bu noktada hemen bazı teoriler ortaya atılabilir.
İnsanların bu dünyada rahat yaşaması için “eşitlikçi” bir düzen kurmak gerektiğini öne sürenler daima olmuştur. Dünyanın büyük bir çoğunluğunun fakir olması, küçük bir azınlığın zengin olması ve bu küçük azınlığın elinde bulunan zenginliğin dünyanın geri kalanından daha fazla olması birçok insanı rahatsız eder.
İnsanın içindeki adalet duygusu kabarır ve insan kolayca zengin azınlığa karşı nefrete yönelir.
Dünyadaki zenginlere küfretmek ve onların elindeki zenginliği zorla alıp dünyanın geri kalanına dağıtmak istemek gerçekten son derece kolay bir şeydir.
Aslına bakarsanız bunu yapabiliriz de.
Hadi bunu yaptığımızı farz edelim.
Dünya nasıl bir yer hâline gelir?
Herkesin rahatça yaşadığı bir cennet hâlini mi alır?
Ne olacağını biz size söyleyelim. Birçok insan parasını har vurup harman savuracak, şahsi ihtiyaçlarını lüks bir şekilde gidermek için bütün zenginliğini harcayacaktır. Az miktardaki insan ise diğer insanlara karşı onların ihtiyaçlarını gidermek için çeşitli hizmetler sunacak, çeşitli işler yapacak ve onların elindeki paraları yavaş yavaş alacaktır. Böylece bir süre sonra dünyadaki zenginlik tekrar çok az miktardaki insanın eline geçecektir. Parasını çoktan harcayıp bitirmiş olan çoğunluk ise hayatını idame ettirmek için tekrar çalışmak zorunda kalacaktır.
Zengin azınlığın elinden bütün zenginliğini alıp insanların hepsine eşit olarak dağıtmak, toplumsal sorunlara bir çözüm getirmez çünkü hiçbir insan eşit değildir. Kimisi daha zeki, kimisi daha aptal, kimisi daha mütevazı, kimisi daha müsrif, kimisi daha açgözlü, kimisi lükse düşkün, kimisi de basit bir hayatın tadını çıkarmaktan zevk alan tiptedir.
Burada esas yapılması gereken şey, toplumların arasındaki ekonomik ve sosyal uçurumu azaltmaktır.
İnsanların yaşamlarını en kaliteli şekilde devam ettirecek hizmetlere ulaşmasını temin etmek gerekmektedir. Toplumun en alt kesimini, hayatlarını eziyet çekmeden rahatça idame ettirecek şekilde yaşatabilirsek, işte o zaman toplumsal sorunları büyük ölçüde çözmüş oluruz ve toplumun geri kalanı dilediğince zenginleşebilir. Yapılması gereken şey topluma bir “alt sınır” çekmektir.
Bu meseleyi ileride tekrar ele alacağız ve yapılması gerekenleri detaylıca değerlendireceğiz.
Daha önce hayatta kalmak ve ilerlemek için bir milletin bilim ve teknolojide ilerlemesi gerektiğinden bahsetmiştik. Modern Çağ’da da bunun ne kadar doğru olduğunu görüyoruz. Teknolojide ilerleyen milletler daima zengin, müreffeh ve güçlü olmuşlar; diğer bütün rakiplerini geride bırakmışlardır. Sanılanın aksine bir ülkedeki kaynak çeşitliliği ve kaynak bolluğu o ülkeyi ileri bir ülke yapmaz. Aksine, bilim ve teknolojide gelişen milletler, oluşan tüketim ihtiyaçlarını başka ülkelerin kaynaklarından elde ediyor ve karşılığında onlara teknolojik ürün satıyorlar. Gelişmiş ülkeler, geri kalmış ülkelerden örneğin bir kamyon dolusu çelik alıp aynı bedele bir çanta dolusu elektronik çip satıyorlar.
Bir çanta elektronik çipin içinde ne kadar metal vardır ki? Esasında burada satılan şey madde değil bilgidir.
Bir ülkenin gelişmiş mi gelişmemiş mi olduğunu kolayca anlamak için şu soruyu sormanız yeterlidir: Söz konusu ülke ham madde mi satıyor yoksa bilgi mi satıyor?
Bir akıllı telefonu oluşturan şeyler nelerdir? Bir parça metal, birazcık cam ve plastik malzeme… Ancak bunu “kaynak bedelini” ödeyerek alamazsınız. Örneğin bir akıllı telefonda kullanılan cam, metal ve plastiğin kaynak bedelinin yüz veya bin katını vermelisiniz ki karşılığında sadece bir tanesini alabilesiniz.
Dünyanın en zengin kaynaklarına sahip olsanız da onları işleyip bir ürün hâline getirebilecek teknolojik bilginiz yoksa hiçbir işe yaramaz. Yapabileceğiniz tek şey, elinizdeki kaynakları düşük fiyatlara satıp gelen para ile geçici bir refah sürmektir. Eğer kaynaklarınız tükenirse veya herhangi bir şekilde bu kaynaklarınıza ihtiyaç kalmazsa işiniz bitti demektir.
Ekonomide en temel değer birimi, kaynaktan önce bilgidir. Bugün dünyaya baktığımızda Amerika, Çin, Japonya ve Almanya dünyanın en çok patent alan, icat yapan yani bilgi üreten ülkeleridir. Bunun sayesinde de ülkeler dünyanın en büyük ve en zengin ekonomilerine sahiptirler.
Tam da bu noktada bir konuya açıklık getirmek gerekiyor. Geri kalmış ülkelerin vatandaşları, neden geri kaldıkları sorulduğunda daima “Gelişmiş ülkeler bizi sömürdüğü için geri kaldık,” tezini öne sürerler. Bu kesinlikle yanlıştır ve suçu başkasına atmaktır.
Hayır! Sömürüldüğünüz için geri kalmadınız. Siz geri kaldığınız için sömürüldünüz.
Zaten bilim ve teknoloji üreten ülkeler olsaydınız, doğal olarak güçlü olacaktınız ve hiç kimse sizi sömüremeyecekti. Bugün Orta Doğu’nun Arap ülkelerine baktığımızda sürekli bir dış müdahale, sömürü ve buna bağlı olarak çatışmalar göreceksiniz. Neden? Çünkü bu ülkeler ellerinde petrolden başka hiçbir zenginlik kaynağı bulunmayan ülkelerdir. Bilgi zenginliği de dâhil olmak üzere başka hiçbir zenginlikleri yoktur. Hâl böyle olunca birilerinin gelip elinizdekini sizden alması gayet doğaldır.
Siz kapınıza kilit vurmazsanız, elbette hırsız girer. Bir ev için kilit neyse bir ülke için de bilim ve teknoloji ile elde edilen güç odur. Bilim ve teknoloji geliştirmeyen milletler güçsüz olmaya, geri kalmaya ve başka ülkeler tarafından sömürülmeye mahkûmdur.
Bazı Arap ülkeleri, ellerindeki petrolü gönüllü olarak batılılara verip nispeten biraz daha rahat yaşamaktadırlar. Ancak bu rahatlık bile tamamen geçicidir. 200 yıl önce petrol kullanılmadan evvel jeopolitik konumu olan bazı yerleri saymazsak Arap çöllerinde yaşayanlar dünyanın umurunda bile değildi. Buradaki insanlar çok az nüfusa sahip, kıt kanaat geçinen, insanlığın geri kalanından çoğunlukla izole olmuş insanlardı. Muhtemelen petrole ihtiyaç kalmadığı yakın bir gelecekte de durum aynen böyle olacak.
Yakıt alanında teknoloji sayesinde yeni alternatifler bulunduğu zaman kim 10 bin kilometre öteden askerlerini bu kızgın çöllere sokup da sözde demokrasi getirmeye uğraşır ki? Çölün ortasında yaşayan insanların demokrasi ile yönetilip yönetilmediği hiç kimsenin zerre kadar umurunda değildir ancak o toprağın altında birazcık olsun zenginlik kaynağı petrol varsa bir anda her şey önem kazanır. Dünyanın öbür ucundan birçok uzman bir araya gelir ve bu çöldeki deve sulama vahalarının konumunu bile tartışmaya başlarlar. Bilim ve teknoloji üretmeyen, zayıf düşmüş her millet, birilerinin çıkar malzemesi ve tartışma konusu olmaya mahkûm olacaktır.
Bilginin kudreti elinizde değilse doğal kaynaklara sahip olup olmamak sizin sadece farklı ıstıraplar tatmanıza sebep olur. Afrika’nın ortasında hiç kimsenin umursamadığı, kendi açlığınızın ve geri kalmışlığınızın içinde boğulmak mı isterdiniz yoksa Orta Doğu çöllerinde ayağınızın altında milyarlarca dolarlık petrol bulunurken bir mezhep savaşına kurban gidip bombalar altında ölmeyi mi isterdiniz?
Bilimsel bilgi üretemiyorsanız, muhtemelen başınıza bu ikisinden biri gelecektir.
O hâlde çıkarmamız gereken nihai sonuç, daima güçlü ve ileri olmak için her şeyimizle bilime ve teknolojiye sarılmaktır. Peki, bu tek başına yeterli mi? Elbette hayır. Tek başına bilim ve teknoloji size sadece plaket kazandırır. Bilim ve teknolojiyi, doğru bir hayat algısı ile birleştirip kullanmak ve en önemlisi de milleti tek bir yumruk hâlinde örgütleyip belirli bir hedefe yöneltmek gerekir.
Hedefi olmayan bir toplum asla ve asla ilerleyemez.
Söz konusu teknoloji ise barutu icat eden Çinlilerdir. Pusulayı ve kâğıdı icat eden Çinlilerdir. Ancak barut kullanıp dünyaları fetheden, pusula kullanıp denizlere açılan, kâğıt kullanarak bilgiyi çoğaltıp kitlelere yayanlar Avrupalılardır. Çinlilerin ise böyle bir derdi olmamıştır. Onlar barutu festivallerde eğlence yapmak için, pusulayı sihir gösterisi yapmak için, kâğıdı da fal bakmak ve astroloji için kullanmışlardır.
Esasında burada Çinlileri suçlamak da yersiz. Bir milleti motive eden bir durum yoksa insanlar rahatlarına düşkünlük edip huzurlu bir hayat yaşamaya yatkın varlıklardır. Örneğin Vikingleri ele alalım. Vikingleri küçücük kanolarla denizlere açılmaya iten şey şüphesiz ki İskandinavya’nın soğuk ve verimsiz topraklarıdır.
16. ve 17. yüzyılda Avrupalıları kıtalar aşmaya iten şey, Türklerin askerî baskısıdır.
Bir milleti ilerletmek için bir hedef koyup zorlamak gerekir. Bunun da yolu, o milletin içinden çıkacak öncülere bağlıdır. Büyük düşler kuran ve büyük hayaller peşinde yılmadan koşan öncüler…
Psikoloji bilimi açısından da itici motivasyon olarak iki önemli olgu vardır. Bunlardan biri zor şartlardır. İkincisi ise zorlama olmaksızın insanın kendi içinden gelen merak ve keşfetme arzusudur. Bunların ikisi de ilerleme sağlar ancak tartışmasız en etkilisi ve en yücesi ikincisidir.
Hiçbir zorlama, insanın içinden gelen merak ve keşfetme arzusu kadar verimli sonuçlar ortaya çıkaramaz. Evet, zor şartlar da ilerleme sağlar ancak sadece o zorluklar bitene kadar bu durum geçerlidir. Rahata kavuştuktan sonra ilerleme doğal olarak duracaktır. Sürekli ilerleme elde etmek için bitmek bilmeyen zorlama uygulamaları da tamamen mantıksızdır çünkü hayat boyu sıkıntı çeken insanlar, çektikleri sıkıntının karşılığını alamazsa bunlara katlanmayı bırakırlar.
Ancak hayat boyu keşfetme arzusu peşinde koşan kişiler, toplumu büyük bir zevkle, sürekli ileriye taşırlar. Bizim yapmamız gereken şey bu kâşif ruhunu toplumun içinde yayabildiğimiz kadar yaymaktır.
Peki, bunu nasıl yapacağız?
Toplumun zihniyetini, düşüncelerini, hayata bakış açısını nasıl değiştirebiliriz?
Bu her şeyden önce bir eğitim ve çevre işidir. Devletin eğitim sistemini buna göre düzenlemesi, daha da önemlisi insanların bulunduğu çevreyi buna uygun hâle getirmesi gerekir.
Çevrenin uygun olmadığı bir toplumda kaçınılmaz olarak beyin göçü olacaktır.
Öncelikle çevrenin öneminden bahsetmek gerekiyor. Eğitim sistemi müsait olmasa bile birçok toplumda merakının peşinden gitmiş ve kendi kendini eğitmiş başarılı bireyler çıkmıştır. Mucitler, bilim insanları, tasarımcılar ve daha nicesi… Ancak bu insanlar yaşadıkları çevre tarafından değer görmediklerinde önlerinde sadece iki yol görürler. Birincisi o çevre içerisinde çürüyüp yok olup gitmek; ikincisi ise o çevreyi terk edip beyin göçü yapmak.
Bugün dünyada en fazla beyin göçü alan ülkeler Amerika ve Avrupa ülkeleridir. Bizim ülkemizden de sayısız kişi buralara gitmiş ve beyin göçü yapmıştır. Bilim alanında Nobel ödülü almış tek Türk olan Aziz Sancar da bu şekilde Amerika’ya beyin göçü yapmış, orada eğitim görmüş, orada çalışmış ve orada ödül almıştır. Batıya gidip ödül almış ve büyük işler yapmış Türklerin sayısı, Türkiye’de bir başarıya imza atanların sayısından kat kat fazladır.
Meseleyi bir tık ileriye götürelim. İstatistiksel olarak Amerika’daki sayısız milletteki insan arasında yüksek kaliteli eğitim almış kişilerden en fazla başarı gösterenler Türklerdir. Evet, yüksek eğitim almış nüfusa göre orantı kurulursa en fazla akademisyen, girişimci, bilim insanı, mucit, sanatçı tasarımcı ve birçok başarılı insan Türklerin arasından çıkmıştır. Yani zekâ ve yetenek olarak Türklerin hiçbir eksiği yoktur. Aksine diğer milletlerden daha da öndeyiz ancak mesele eğitime ve çevreye gelince Türklerin bu kabiliyetleri ya yok oluyor ya da ülkeden uzaklaşıyor.
Daha iyi bir eğitim almak için, daha iyi bir çevrede çalışıp bir şeyler ortaya koymak için yurt dışına giden milyonlarca Türk, bizim ülke olarak en büyük kaybımızdır. Peki, bu durumu nasıl tersine çevireceğiz? Daha önceden yaptığımız gibi batıdaki sistemleri, kanunları, uygulamaları hatta batı kültürünü ve batılı yaşam tarzını olduğu gibi kopyala yapıştır yapıp Türkiye’ye mi getireceğiz?
Şu an zaten Batılılar gibi giyiniyoruz. Batılılar gibi yiyip içiyor, onlar gibi arabalara biniyor, tatil yapıyor, onlar gibi son çıkan teknolojik eşyaları kullanıyoruz. O hâlde mesele yaşam tarzında değil; mesele düşünce biçiminde.
Bizim en büyük problemimiz düşünce şeklimiz.
Tarih boyu nasıl ki birbirimize düştüysek, şimdi de öyle düşünüyoruz. Tarih boyu nasıl küçük menfaatler peşinde büyük idealleri yok ettiysek, bugün de aynısını yapıyoruz. Tarih boyu yaptığımız hataların hangisinden ders aldık ki?
Bir hatadan ders almak için öncelikle hatanın kabul edilmesi gerekir. Bizim milletimiz ise hatalı olduğunu asla ve asla kabul etmez. Suçu daima başkalarına atarlar. Sorunları konuşarak çözebilecek bir yapıya sahip değiliz çünkü bizde bir tartışma kültürü yok.
Zaten demokrasinin Türkiye’de işe yaramamasının sebebi de budur. Normalde demokrasi nedir? Bir konu hakkında herkes fikrini söyler, sonra bu fikirler etraflıca tartışılır, konuşulur, gerekirse yeniden düzenlenir ve nihayetinde ortak bir karar alınır.
Biz Türkler ise tartışma kültürü olmayan bir millet olduğumuz için tartışmayı doğrudan kavgaya ve kesin bir inatlaşmaya götürürüz. Savunduğumuz bir şeyin hatalı olduğunu anlasak ve görsek bile yine de karşı tarafa bunu asla dile getirmez ve savunmaya devam ederiz. Savunduğumuz herhangi bir şeyi gurur meselesi hâline getiririz, konu ne kadar basit olursa olsun…
Aynı zamanda da fanatik bir milletiz. Bir görüşe karşı çıktığımız zaman onun hiçbir iyi yanını görmeyiz. Ölümüne muhalefet eder, ölümüne düşmanlık ederiz. Bir durumu savunduğumuz zaman da aynı şekilde onun üstüne toz kondurmaz, onu ölümüne savunuruz. İslam peygamberi Hz. Muhammet bile Türklerin içinde yaşamamasına rağmen Türklerin bu huyunu hadislerinde dile getirmiştir. Herkesin bildiği “Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın,” hadisinin devamı da vardır. Devamında bu emre açıklama olarak şöyle söylüyor: “Onlara ilişmeyin çünkü eğer sizi severlerse yercesine çok severler. Eğer size düşman olurlarsa öldüresiye düşman olurlar.”
İşte bu yüzden demokrasi Türklerde işe yaramıştır. Kurulan partiler ve siyasi akımlar millet ayrıştırıp birbirine düşman etmekten başka hiçbir işe yaramamıştır. Bu siyasi akımlara taraftar olan kitleler, kendilerini daima haklı ve doğru, karşı tarafı ise daima haksız ve kötü görürler. Hatta karşı olduğu tarafı düşman olarak görür ve yok etmeye bile çalışırlar.
Sokağa çıkıp herhangi bir grubun arasındaki siyasi tartışmaya kulak kabartın. Ne duyacaksınız? Bütün taraflar birbirini yabancı uşağı olmakla, cahillikle ve aptallıkla suçlar, ülkenin başındaki tüm sorunların sorumluluğunu karşı tarafa yıkarlar. Tartışmaların sonucu daima kavgaya ve ayrışmaya gider. Hiçbir zaman siyaset tartışan iki Türk’ün, kendi hatalarından bahsettiğini ve karşı tarafı da aynı dürüstlükle değerlendirdiğini göremezsiniz.
Hiçbir Türk’ten “Bizim şöyle hatalarımız var, sizin de şöyle doğrularınız var. Eğer biz hatalarımızı giderirsek, siz de hatalarınızı giderirsiniz, şöyle bir ortak noktada birleşiriz,” sözlerini duyamazsınız. Türkler, tuttukları partiye olumlu veya olumsuz yönlerinden dolayı değil, aksine militanca, kendi zihniyetine yakın oldukları için oy verirler.
Partilerde bu durumdan son derece memnundur. Elbette memnun olacaklar çünkü toplum ne kadar ayrışır ve millet birbirine ne kadar düşman olursa kendi kesimlerinin kendi partilerine olan bağlılıkları da o derece artar. Hiçbir icraatı sorgulamadan direkt oy ve yetki verirler.
Peki, neden? Partilerin varoluş amacı milleti bölmek midir?
Normal bir demokraside partiler halkın önüne çıkıp yapmak istediklerini ve nasıl yapacaklarını anlatırlar. Halk da onlara güvendiği ölçüde destek verir. Tartışmalar yıkıcı değil yapıcı olur. Bir insan, oy verdiği parti yanlış yaptığında veya daha iyisi çıktığında gönül rahatlığıyla tercihini değiştirir ve bunu yaparken “Acaba ülke elden gider mi?” diye düşünmez. En azından Batı ülkelerindeki demokrasiler böyledir. Türkiye’de ise bunlar asla olmaz.
Demokrasi, Türkiye için modern ve ileriye götüren bir sistem değil, aksine ayrışma ve kavga yaratan bir sistemdir. Bu yüzden Türkler, esas problemlerini çözmek yerine birbirlerini yiyerek vakit kaybederler. Bu çatışma ve kaos ortamında en önemli olan şey “güven” olduğu için de demokrasi ile makam elde edenler, elleri altında bulunan kadroları daima kendilerinden birileriyle doldururlar. Yeteneğe, zekâya ve amaca göre görev dağılımı asla yapılmaz. Bütün işler tamamen torpil ile yürür. Maalesef Türkiye, dünyada torpilin ve insan kayırmanın en fazla olduğu ülkelerden biridir. Bunu hemen hemen herkes, art niyetle değil güvenlik duygusu ile yapar. Kendi kesimini korumak, kendi yerini sağlama almak, kaotik değişimlerden etkilenmemek isterler. Torpil ve insan kayırma aslında böyle bir psikolojinin ürünü olan bir savunma mekanizmasıdır.
İşin ehline verilmediği böyle bir ortamda beyin göçü olmaz olur mu hiç?
İstediğiniz kadar zeki ve yetenekli olun, değer görmezsiniz çünkü “değer” sadece “kendinden” olana verilir. İmkân bulamazsınız çünkü imkânlar sadece kendilerinden olana sağlanır. Doğru düzgün iş bulmakta bile zorlanırsınız çünkü iş oluşturmak için gerekli olan para, farklı kesimlerin çatışmalarına harcanmış ve ülke koskoca bir paradoks içine düşmüştür. Böyle bir ortamda bilim insanı potansiyeli taşısanız bile ne fark eder ki? Doğru düzgün geçiminizi sağlamakta bile aciz kalırsınız.
Yanlış anlaşılmasın. Bu durum tek bir dönem için geçerli değildir. Demokrasi bu ülkeye geldiği günden beri bu durum böyledir. Demokrasiden önce en azından bahaneler vardı. Sonu gelmeyen savaşlar, iç isyanlar, dış müdahaleler ve entrikacı devlet insanları, demokrasiden önceki birkaç yüzyılımızın bahanesi olabilir. Ancak mesele dönüp dolaşıp yine işi ehline vermeye dayanıyor.
Demokrasiden önce ülkenin başına gelen lider eğer işi ehline verirse –bir ihtimal– devlet düzeliyordu. Lakin demokrasiden sonra bir parti lideri istese de bunu yapamaz. Eğer bunu yaparsa kendi otoritesini kaybeder.
Güvenlik kaygısı, işi ehline vermekten her zaman önce gelir.
Her parti, kendisini bu ortamda savunmak zorunda olduğu için Türkiye’de demokrasi var oldukça zekâ ve yeteneğinin ön plana çıkması imkânsızdır. Hâl böyle olunca beyin göçleri devam eder ve ülkemiz bilim ve teknolojide geri kalır.
Peki, ne yapacağız? Monarşiye geri mi dönelim? Hayır, elbette monarşi de en az demokrasi kadar riskli bir sistemdir. Başa gelecek kişinin aklı, eğitimi ve görgüsünün neleri doğuracağını hiç kimse önceden kestiremez. Zaten Modern Çağ’ın aşırı kompleks dünyasında devlet mekanizmasının tek bir kişinin emrine bırakılması tamamen yanlış ve mantıksız olacaktır. Bu çok büyük felaketler doğurabilir ve yozlaşmış demokrasiden bile daha kötü durumlar yaratabilir. İktidarını korumak isteyen hükümdar tıpkı parti sayesinde başa gelmiş bir lider gibi her yere güvendiği insanları atayacak ve sonuç yine aynı yere bağlanacaktır.