James Watt 18. yüzyılda buhar makinesini icat etmeden önce tüm işler insanların bilek gücüne dayanıyordu. Oysaki bilim, sorunları çözmek için vardır. Buhar makinesi icat edildi ve birçok alanda insan gücünün yerini makine aldı. Üretim hayal bile edilemeyecek şekilde arttı ve ucuzladı.
İkinci sanayi devrimi ise Henry Ford’un “üretim bandı” yöntemini icat etmesi ile başladı. Böylece üretimin büyüklüğü ve hızı daha da arttı.
1970’lerde mekanik ve elektronik teknolojisinin gelişmesi ile üçüncü sanayi devriminin içine girdik. İnternet halk tarafından kullanılmaya başlandı, iletişim teknolojileri arttı, üretim hızlandı ve elektronik cihazlar ekonominin bel kemiğini oluşturdu. Bunun sonuçlarını gördük ve yaşadık.
Dördüncü sanayi devrimi ise yakın zamanda büyük bir süratle başladı. Artık akıllı fabrikalar, otonom teknolojiler, robotik üretimler, nesnelerin interneti ve sanal ağlar üzerinden yürütülen bir ekonomi var ve giderek yaygınlaşıyor.
İnsanoğlunun büyük bir çoğunluğu, henüz dördüncü sanayi devriminin ne olduğunu bile anlamamışken beşincisi yaklaşıyor ve bizim buna hazırlıklı olmamız, hatta bütün dünyanın önüne geçmemiz gerekiyor.
Beşinci sanayi devrimi, hayatın hemen hemen her alanının tamamen insansız teknolojilerle işlemesi demektir.
Ekonomi konusunda izlememiz gereken yol iki aşamalı olacaktır:
Birinci aşama, dünyanın en üretken ekonomisini yaratmak ve bunu tamamen bilim ve teknoloji üzerine kurmaktır. Bir “icatlar ekonomisi” kurup bütün dünyaya teknoloji ihraç eden, yüksek kazançlar sağlayıp halkını refah içinde yaşatan bir “kontrollü liberal ekonomi” sistemi kurulacaktır.
Birçok insanın yanlış bildiği bir meseleyi yeri gelmişken açıklamak gerekiyor. Esasında aynı sisteme sahip ülkeler arasında bile ekonomik uçurumlar vardır. Burada esas mesele sistem değil. Esas mesele, ekonomi politikalarının bizzat kendisidir. Biz devlet olarak bütün gücümüzle bilime ve teknolojiye yatırım yaparsak, ekonomimiz de aynı oranda büyüyecek ve güçlenecektir.
Bugün biz bu satırları yazarken Amerika’da kurulmuş bir tek teknoloji şirketi bile Türkiye’nin bir yıllık millî bütçesinden daha fazla paraya sahiptir.
Düşünebiliyor musunuz?
Birkaç tane insan bir araya gelip birkaç icat yapıyor ve Türkiye’nin bütçesinden daha çok para kazanıyorlar. İşte esas mesele budur. Esas odaklanmamız gereken şey budur. Türkiye’de de senede on binlerce patent alınmalı, binlerce icat yapılmalı. Binlerce teknoloji şirketi kurulmalı ve dünyaya teknoloji ihraç etmeliyiz. Ancak böyle dünyanın en zengin ve en güçlü ülkesi olabiliriz. Elimizdeki parayı nasıl kullanmamız gerektiğini ve nereye yatırmamız gerektiğini çok iyi analiz etmeliyiz. Bunun için de devletin buna uygun politika gütmesi ve halkı bu doğrultuda yönlendirmesi gerekir.
Gençlerimizi bilim ile eğitip bütün zihinlerini sorgulayıcı, araştırıcı, üretici, korkmadan fikir ortaya atacak şekilde eğitir ve onların önüne bütün imkânları serersek, bunun muhteşem ekonomik yansımalarını görürüz.
Bugün Türkiye’de birçok mucit, ya imkân bulamadığı için çürüyüp gidiyor ya da yurt dışına kaçıyor. Böyle bir düzenle ekonomimizi dünyanın en iyisi yapamayız. Gelişmiş ülkeler, ekonomilerinin ana hattını teknoloji üretimine dayandırırken biz neden klasik yatırımlarla vakit kaybedelim ki?
İnşaatı herkes diker. Çeliği herkes üretir. Yolu herkes yapar ancak dünyada yüksek teknolojiye dayanan iletişim aletlerini sadece birkaç ülke yapıp satıyor. Sadece birkaç ülke uydu teknolojileri üretiyor. Sadece birkaç ülke, geliştirdikleri yazılımlarla dünya ekonomisini fethetmiş durumda.
Biz de o birkaç ülkeden biri olmak istiyorsak, yolumuz bellidir. Hatta biz inanıyoruz ki eğer Türk gençleri kaliteli bilimsel eğitim alırsa ve yeterli imkân bulurlarsa dünyanın en büyük ekonomisi olmamız kaçınılmazdır. Buna zerre kadar şüphemiz yok.
Biraz önce “kontrollü” liberal ekonomiden bahsederken kontrollü kavramını özellikle belirttik. Devlet, ekonominin teknoloji üzerine dayanması için özel olarak çaba sarf etmeli ve en büyük teşviklerini bu alana sağlamalıdır.
Bizim ülkemizde, ekonomiyi kendi hâline bırakamayız. Neden? Çünkü millî kültür ve eğitim seviyemiz, bilime ve teknolojiye dayalı bir ekonomiyi kendi kendine oluşturmaya müsait değildir.
Bizim iş insanlarımız, parasını “garanti” gördüğü montaj işlerine yatırır.
Bir güneş paneli üretmez mesela. Güneş paneli üretmek yerine parçalarını yurt dışından alır, burada birleştirir ve hazır piyasaya satar.
Türkiye’nin en büyük şirketlerine bir bakın. Kazançlarının büyük çoğunluğunu yurt dışından aldıkları malları ya doğrudan ya da montajlayarak satmak suretiyle elde ediyorlar. Yeni bir atılım yok.
Siz hiç Türklerin dünyada daha önce hiç olmayan bir sektörü sıfırdan inşa edip, bir piyasa yaratıp, bu yolla dünya çapında para kazandığını gördünüz mü?
Asla! Bizimkiler ancak daha önce binlerce kez denenmiş ve garanti hâline gelmiş işleri yaparlar.
Atılım yapmazlar. İnovasyon yapmazlar. Sıfırdan bir sektör kurmazlar.
Böyle bir ekonomik anlayış varken bu ekonomi kendi hâline bırakılıp tam liberal yapılır mı? Yapılırsa felaketlere sebep olup ülkeyi mahvetmez mi? Kaçınılmaz olarak…
Velhasıl devletin Amerika’da olduğu gibi tam liberal bir ekonomi kurup ekonomiyi koruyan “bekçi” rolü üstlenmesi bu ülkede kesinlikle işe yaramaz. Biz ekonomiyi kontrol edip belirli bir yere yönlendirmeli, bu yön içerisinde gitmek kaydıyla bireysel özgürlükçü ekonomiyi desteklemeliyiz.
Ekonomi konusunda iki aşamadan bahsetmiştik. İlk aşama bilim ve teknolojiye dayanan kontrollü liberal ekonomiydi. Bu alanda yeterince güçlendikten ve dünyanın en güçlü ekonomilerinden olduktan sonra bizi çok daha ileriye götürecek olan ikinci aşamaya geçmeliyiz.
Nedir bu ikinci aşama?
“Limitli yapay zekâ ve ileri robotik teknoloji destekli, kaynak bazlı ekonomik sistem.”
İsmi biraz uzun ve karmaşık gelebilir ancak geleceğin yüksek teknolojileri işin içine girince sistemin mecburen kapsamlı olması gerekiyor. Yine de en basit şekilde açıklamaya çalışacağız.
Türkiye’nin coğrafi haritasını alın ve bakın.
Resme baktığınızda ne görüyorsunuz? Dağlar, nehirler, göller, denizler ve kara parçaları. Daha yakından bakalım, ormanları görebilirsiniz. Dağların farklı renklerde olduğunu da seçebilirsiniz. Görüşünüzü değiştirip toprağın yapısını ve toprağın altını da görebildiğinizi düşünün.
Üstün teknolojik güce sahip uzaylı bir medeniyet olsaydınız, bu coğrafya yeni keşfedilmiş olsaydı ve size bu coğrafyanın kaç kişiyi kaldırabileceğini sorsalardı ne yapardınız?
Amacınız yüksek teknolojiye dayalı, insanların içinde en iyi şekilde yaşayabileceği işlevsel bir yaşam alanı kurmak.
Öncelikle su kaynaklarının kaç kişiyi besleyebileceğine bakardınız. Bununla bağlantılı olarak insanların beslenmeleri için tarım arazileri de gerekir. Su kaynaklarının, hem tarıma hem de insana yetecek şekilde hesabını çıkarmanız gerekir. Bunları hallettikten sonra insanların yaşayacakları evleri ve şehirleri düşünürsünüz. Aklınıza gelen soru ne olmalıdır?
Yeterince taş var mı? Yeterince demir var mı? Yeterince inşa malzemesi var mı? Bunlar için ne kadar iş gücü gerekir? Ne kadar enerji gerekir? Kısacası ne kadar kaynak gerekir?
İnsanların hayatını sürdürmesi için sayısız araç gerekiyor. Bu araçları üretmek için öncelikle fabrikalar kurmak lazım. Bu fabrikalarda insansız sistemlerin çalışacağını ve insansız sistemleri de başka insansız sistemlerin üreteceğini varsayarsak, bunları ilk başta beden gücü ile inşa edecek insanlar gerekir. İnsanların eğitimi için okullar gerekir.
Çok yüksek bir teknoloji ile limitli yapay zekânın kontrol edeceği robotları üretirsiniz ve bu robotlar madenlerinizde, fabrikalarınızda tarlalarınızda şehirlerinizde hemen hemen her işi yaparlar ve bu bölge gerçekten de işler tamamlandığı zaman yüksek medeniyete ulaşır.
Bütün bunları yaparken aklınızdaki en önemli hesap, kaynakların hesabıdır. Kaynaklar sınırsız değildir ve onları doğru kullanmanız gerekir.
Kısacası, ihtiyacınız olan her şey doğada mevcuttur. Yeterli teknolojik gücünüz varsa gidersiniz, alırsınız ve tüm ihtiyaçları halledersiniz.
Peki, burada paranın rolü nedir?
Para ilk icat edildiği zaman kaynakların sembolü olarak ortaya çıkmıştı. İlkel dünyanın takas sistemi çok zor olduğu için bu zorluğu kolaylaştırmak amacıyla bir sembol icat edildi. Sadece bir sembol! Elinizde ne kadar kaynak varsa onu temsil edecek kadar paranız vardı. Ancak zaman geçtikçe sembol ve kaynak dengesi yavaş yavaş bozulmaya başladı.
Zaman ilerledikçe para olarak altın ve gümüş gibi metaller kullanılmaya başlandı. Bu metaller esasında kendi başına değerli değildi, onlar sadece birer semboldü.
Düşünün bakalım, pek verimli bir ülkede yaşamıyorsunuz. Ancak ülkenizde altın madeni varsa? Bu madenin yani sembolün bir anda karşılıksız olarak sizde var olmasının bir anlamı var mı? Esasında olmaması gerekir çünkü sizin kaynağınız yok. Ürününüz yok. Üretiminiz yok. Buna rağmen hiçbir karşılık vermeden direkt sembole sahip oldunuz.
Bu tıpkı günümüzdeki kalpazanlık gibi. Elinizde hiçbir üretim ve kaynak olmamasına rağmen sıfırdan sembol üretiyorsunuz.
Devletler kalpazanlara neden asla müsamaha göstermez? Çünkü ekonomik sistemin açık kapısı burasıdır. Kaynakların sembolünü, hiçbir karşılığı olmadan ortaya çıkarırsanız, bütün diğer üretilen emeği haksız olarak elde etmiş olursunuz ve ekonomik sistemi bozarsınız.
İnsanlar tarih boyunca altın, gümüş, bronz gibi sembolleri kullandılar. Bu sembolü o kadar benimsediler ki bir süre sonra sembol kavramı ortadan tamamen kalktı ve para “esas zenginlik” olarak görülmeye başlandı. Yani esas kaynağımız para, geri kalan her şey de paraya göre değer alan varlıklar oluverdi.
İşte ip burada koptu.
Ancak bununla da kalmadı çünkü altın, sahibi için her zaman bir tehdit unsurudur. Yani büyük bir tüccarsınız ve ülkeler arası seyahat edip gemi dolusu mal alıyorsunuz diyelim. Bunun karşılığını ise çuval dolusu altınla ödüyorsunuz. Yanınızda koca bir çuval altın taşımak, cidden büyük bir risk. Çalınabilir. Ayrıca sürekli olarak içeriğindeki altının saflık derecesini ölçmeniz gerek. Altının içine başka malzemeler karıştırılıp sahtekârlık yapılabilir ve bu sürekli ancak sürekli bir kontrol gerektirir. Bu da büyük bir zahmettir.
Bu durum, zaman içinde kâğıt paraların ortaya çıkmasına sebep oldu.
Devlet veya uluslararası bağlantıları olan bazı büyük zenginler, altın aldıktan sonra karşılığında “sembol” olarak bir kâğıt yazıyor ve sahiplerine teslim ediyorlardı. Sahipleri de bu sembolik kâğıdı altın yerine kullanıp ticaretlerine devam ettiler.
Yani kâğıt para, sembolün sembolüydü ve giderek yaygınlaştı. Dünyadaki tüm değerler, kâğıt paraya göre değer almaya başladı. Kâğıt para ise altına göre değer alıyordu. Hangi ülkenin ne kadar altını varsa onun bedelinde bir kâğıt paraya sahipti.
Ancak bu iş burada kalmadı elbette.
Siz bir devletsiniz ve hazinenizde bir ton altın var diyelim. Bu bir ton altına bedel kâğıt paranız var ve ekonominiz işliyor. Daha sonra sizin ülkenizde bir insan çıkıp yeni bir teknoloji geliştiriyor ve üretim hızınızı ve kapasitenizi onlarca kat arttırıyor. Daha güçlü bir teknoloji ile daha fazla kaynak kullanıp daha fazla üretim yapıyorsunuz ancak yurt içi ekonomik büyüklüğünüz hep aynı yani bir ton altın bedelinde kalıyor. Yurt dışına satış yaptıkça daha fazla para alıyorsunuz, bu daha çok altınla ölçülüyor.
Büyüyen ekonomiyi yürütebilmek için daha çok para basıyorsunuz. Siz para bastıkça kısıtlı miktardaki altının yükselmiş değeri tekrar aşağıya iniyor. Ekonominiz ne kadar çok büyürse o kadar çok para basıyorsunuz ve para sistem içinde sürekli dönüyor.
Bu para alışverişini eğer dengeli yaparsanız, paranızın değeri hemen hemen aynı kalıyor. Altının işlevi ise geri plana düşüyor.
Peki, paranın dengesini sağlayamazsanız ne olur?
Hemen bir örnek verelim.
1928 yılında Amerika’da madenler vardı, tarlalar vardı, fabrikalar vardı, işçiler vardı ve insanlar çalışıp karnını doyuruyorlardı.
1929 yılında ise Amerika’da yine aynı madenler vardı, yine aynı tarlalar vardı, yine aynı fabrikalar vardı, yine aynı işçiler vardı ancak insanlar çalışamıyordu ve birçok insan aç kaldı.
Sebep? Her şey yine aynı iken neden her şey bir anda durdu? Kaynaklar öylece ortada dururken neden insanlar sistemi çalıştırıp karınlarını doyurmadılar? Çünkü sembolün sembolünün dengesi finans piyasasında bozulmuştu.
Kullanımda olan paralar ve bu paraların hiçbir üretim olmadığı hâlde “gelecekte olabilecek olan üretim için” kredi olarak dağıtılması ve bu beklentinin gerçekleşmemesi sistemi bozdu.
Yani para, şu an elinizde olan varlıkların sembolü olmaktan çıkıp gelecekte var olabilecek olan varlığınızın da sembolü olarak kullanılmaya başlandı ve buna “kredi” adı verildi.
Siz; daha bugünden, gelecekte olması “muhtemel” varlığınızı paraya dönüştürdünüz ve o parayı bugün kullandınız. Gelecek beklendiği gibi gelmeyince doğal olarak denge bozuldu. Bu denge bozukluğuna “ekonomik kriz” adı veriliyor.
Parasal sistemin ulaştığı nokta, işte bu kadar zayıf aslında çünkü parasal sistem somut gerçekliğe değil, sembollere, sembollerin sembollerine ve sembollerin sembollerinin gelecekteki “muhtemel” getirilerine dayanıyor.
İşte tam da bu noktada 2. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyayı domine eden bir süper güce dönüşen Amerika, dünyaya bir teklifte bulunuyor: “Paramızı artık altına göre değerlendirmekten vazgeçelim. Bunun artık bir anlamı kalmadı. Bunun yerine tüm dünya ülkeleri parasını bizim paramız olan “dolara” göre değerlendirsin. Yani elinizde ne kadar dolar varsa paranız o kadar değerli olsun. Neden mi? Çünkü savaş yüzünden dünya ekonomisi mahvoldu ve ben hepinize parasal yardım yaptım. Ekonomilerinizi yeniden ayağa kaldırmak istiyorsanız, yardımların devam etmesini istiyorsanız, benim ekonomik sistemime entegre olacaksınız.”
Evet, bu teklif peyderpey kabul gördü ve 1977 yılına kadar bu süreç tamamlandı. Bu teklifi cazip gören ülkeler bu sistemin içine girdi.
Yani artık dolar, sembolün sembolünün sembolüydü ve “gerçek” zenginlik kaynağı olarak kabul edildi.
Pekâlâ, gelinen nokta nedir?
Bizler elimizdeki bütün zenginliği ne kadar paramız olduğuna göre ölçüyoruz. Paramızın değerini ise elimizde ne kadar dolar olduğuna göre ölçüyoruz. Elimizdeki doların değerini ise Amerikan merkez bankası sahipleri belirliyor. Yani sahip olduğumuz her şeyin değerini, Amerikan merkez bankası sahipleri belirliyor.
Dürüst olalım, bu sistem her ne kadar gerçeğin bire bir yansıması olmasa ve sık sık krizlerle sarsılsa da bugüne kadar gelmeyi başardı ve insanlığı ilerletti.
Peki, bu sistem bundan sonra da devam edecek mi?
Artık yapay zekâ ve robotik teknoloji o kadar ilerledi ki insanların yaptığı işin büyük birçoğunu insansız sistemler yapabilecek. Uzmanlar, şu an var olan işlerin %75’inin önümüzdeki süreç içerisinde tamamen insansız sistemlere aktarılacağını öngörüyor.
Burada en temel sorun şu, peki milyonlarca işsiz insan ne yapacak?
Çalışamazlarsa nasıl para kazanacaklar? Para kazanamazlarsa nasıl geçinecekler?
Bir paradoks olarak eğer insanların parası olmaz ve tüketim sağlanmazsa o hâlde bunca büyük ekonomik üretim nereye gidecek? Bunca ürünü kim alacak? Dolayısı ile sistem bir çıkmazın içine girecek çünkü üretimin temel mantığı tüketimi karşılamaktır. Milyonlarca insan tüketim gücünü kaybederse devasa boyutlardaki üretim de boşa çıkacaktır ve sistem kendi kendini çökertecektir. Sistemi ayakta tutmayı başarsak bile bu durum toplumun içinde inanılmaz bir uçurum yaratacaktır. Hele ki uluslararası alanda buna bakarsak, ülkeler arasındaki fark inanılmaz derecede fazla olacak ve bu büyük bir sosyal nefreti körükleyecektir.
Burada yapmamız gereken şey sistemin zora girmesini beklemeden sistemi yavaş yavaş değiştirmektir.
Yeterli ekonomik ve teknolojik güce eriştikten sonra paranın kullanımını yavaş yavaş kısıtlayıp kaynak bazlı bir ekonomiye geçebiliriz.
Her şeyden önce bu sistemi uygulayabilmek için çok yüksek üretim gücüne ve teknolojiye ihtiyaç var. En başta, ekonominin her sektörüne limitli yapay zekâ ve bunun yönettiği robotik-insansız sistemler hâkim olmalıdır. Yani beşinci sanayi devrimini tamamlamış olmamız gerekiyor. Bu bize çok yüksek boyutlarda bir üretim kapasitesi kazandıracaktır ve devasa bir bolluk imkânı sağlayacaktır.
Her şeyden önce devasa boyutlarda enerjiye ihtiyaç var. Böyle bir sistemi ayakta tutabilecek devasa enerji ihtiyacını, gelişen teknolojinin bize sunduğu “füzyon reaktörü” sağlayabilir.
Füzyon reaktörü, şu an elimizde bulunan enerji üretim yöntemlerinin tamamından daha yüksek miktarda ve daha az kaynak kullanarak enerji üretecektir. Bir tek füzyon reaktörü tam kapsamlı çalıştığı zaman Türkiye boyutundaki bir ülkenin enerji ihtiyacını katbekat karşılayacaktır.
Enerji problemini çözdükten sonra madenlerin çıkarılmasından işlenmesine; bunların fabrikalarda ürünlere çevrilmesinden dağıtımına kadar eskiden insanın yaptığı her işi insansız sistemlere devredebiliriz. Kaynak ve enerji bolluğu bize halkımızın tamamını refah içinde yaşatacak kadar imkân sağlayacaktır.
Devasa 3 boyutlu yazıcıların inşaatlar yapması size hayal gibi gelmesin. Bu teknoloji şimdiden denenmeye başlandı bile. Evi olmayan herkesin ev sahibi olması, aracı olmayan herkesin araç sahibi olması, bu saatten sonra gayet kolay olacaktır. Elbette araçların ve kullandığımız hemen her eşyanın tamamen yapay zekâya entegre edilmesi gerekiyor. Zira geleceğin dünyasında trafik kazası gibi şeylere yer olmayacaktır.
Devletin yapması gereken şey toplumun en alt kesimine bir ekonomik çizgi çekmektir.
Bu çizgi sayesinde yaşayan her vatandaşın “zaruri” ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmalıdır. Beslenme, giyinme, barınma, ulaşım, eğitim, sağlık, internet gibi hayatını idame ettirmeyi ve “insanca yaşamayı” sağlayacak her türlü ihtiyaç karşılanacaktır.
Peki, en temel soruya gelelim. İnsanların yaptığı işlerin büyük çoğunu yapay zekâ ve robotlar yaparsa insanlar ne yapacak?
İnsanlar işsiz mi kalacak?
Hayır, belki şaşıracaksınız ancak bugün bir tek işle meşgul olan insanlar, gelecekte belki birkaç iş birden yapacaklardır.
Burada yapılması gereken ilk şey, insanların tamamına ömür boyu sürecek eğitim programları uygulamak ve insanları en yetenekli oldukları alanlara yönlendirmektir.
Hiçbir insan, fabrikada 8 saat vida sıkmak için doğmamıştır.
İnsanlar gezmek, eğlenmek, öğrenmek, genlerinde yatan yeteneklerin onlara sağladığı vizyonu gerçekleştirmek için vardırlar. Bu satırları okuyan kişi günde 8 saat fabrikada çalışan birisi olabilir.
Hayat gayesi çocuklarını iyi yaşatmaktır ve bunun haricinde kendine pek fazla zaman ayırmaz.
Oysaki belki de çok kaliteli bir eğitime tabi tutulsaydı, çocukluğundan itibaren genleri incelenseydi, çeşitli zekâ testleriyle yatkın olduğu alanlar tespit edilseydi, işin sonunda belki de derin denizlerde yaşayan nadir canlıları araştıran bir araştırma görevlisi olacaktı.
Büyük zevkle yaptığı bu görevlerin haricinde belki de çocuklara sanal gerçeklik içinde yüzme dersi veren yapay zekâ programlarını kontrol edecek, kalan vakitlerinde denizlerde çektiği fotoğrafları yayınlayacak, arkadaşlarıyla ara sıra dünya turuna çıkacak, paraşütten atlayacak, kitaplar okuyacaktı.
Bugün toplumdaki insanların kaç tanesi büyük bir zevkle sevdiği işi yapıyor?
Çalışan insanların %90’ından fazlası, işini mecburen, ihtiyacı olduğu için yapıyor. Kim daracık ve havasız bir gişede, günde bin kişiye bilet vermek için doğmuştur ki?
Kim akşam bir tas çorba içebilmek için günde 20 kilometre yol yürümek için hayata gelmiştir?
Kimin genlerinde sabahtan akşama kadar 200 kişiye aynı sabit metni okuyup bir şey satmak için çabalamak vardır?
Hayır, biz insanları ziyan ediyoruz. Biz hayatlarımızı boşa geçiriyoruz.
Biz, mecbur kalınan işleri insanlara yaptırıyoruz. Gelecekte, yeni sistem kurulduğu zaman insanlar hayatını doya doya yaşayacak. Bugün doğru düzgün hiçbir eğitim almamış, sadece geçinmek için çalışan bir insanın üretkenliği ve çalışma azmi ile çok yüksek eğitim almış ve bütün imkânların önüne serildiği birinin üretkenliği ve çalışma azmi aynı mıdır?
İlki mecbur olduğu işi minimum yeterlilikte yaparken ikincisi işini geliştirecek, farklı işler de yapacak ve ortaya çok büyük bir verim çıkaracaktır. Dünyada, karalarda ve denizlerde o kadar çok keşfedilecek konu; üzerine düşünülmesi ve çalışılması gereken o kadar çok gizem var ki insanlar böyle bir sistemde bırakın işsiz kalmayı, vakitlerini işlerine yetiştirmekte güçlük çekeceklerdir.
Çalışma günleri ve saatleri düşecek, insanlar ortaya koydukları verim ölçüsünde devletten kaynak ve imkân desteği alacaktır.
Tıpkı para gibi bu kaynak ve desteklere de genel bir sembol bulunabilir ancak bugünkünden farklı olarak para hayatımızın çoğu alanından çıkmış olacak.
Devlet tarafından kaliteli bir eğitime tabi tutulmak, sürekli analiz edilmek, sizin kendinizi keşfetmeniz, yeteneklerinize yönelmeniz ve size sağlanan imkânlarla en çok zevk alacağınız işte çalışmanız bu sistemin özetidir. Bugün insanlar, sevdikleri konularda aktivite yapmak için üzerine para veriyor. Bu yeni sistemde, işinizi yapmanız size ekstra kazanç sağlayacak. Zaten temel ihtiyaçlarınız karşılanmış vaziyette olacak ve siz kazancınızı farklı hobilere harcayabileceksiniz.
Borç diye bir şey yok çünkü borç almanızı gerektirecek bir durum yok.
Art niyetli olarak suistimal etmeye çalışan yok çünkü insanların psikolojileri sürekli olarak analiz ediliyor ve kötü yönelimlere yönelmemesi için hem eğitimi hem de çevresi üzerinde hassasiyetle duruluyor. Yine de psikolojik sorun barındıranlar ise tedavi görüyor ve topluma kazandırılıyor.
Burada her şeyin yüksek kalitede olacağını asla unutmayın. Bugün bir psikoloğa gittiğinizde belki sizin derdiniz çözülmüyor olabilir ancak bugün belki maddi ve çevresel kaygılar sebebiyle belki de kendisini yeterince tanımadığı için farklı işlere yönelen ancak içinde çok büyük ve yenilikçi psikologlar yatan kişiler bu alana yöneldiği zaman kim bilir kaç tane Freud ortaya çıkacak? Kim bilir insan psikolojisinin hangi derinlikleri keşfedilecek?
Böyle bir gelecekte psikolojinizin düzeltilememesi mümkün değildir.
Bahsettiğimiz bu yeni sistemi kurmak her ne kadar kulağa çok hoş ve kolay gelse de esasında daha önce halletmemiz gereken bazı problemler olacak.
İlk olarak nüfusumuzu sabitlemeliyiz.
Bugün dünyada 8 milyar insan var ve bu rakam son derece hızlı bir şekilde artıyor. Dünya kaynakları ise bu yükselişi karşılayamayabilir. Bu yüzden elimizdeki kaynakları en verimli şekilde kullanabilmemiz için nüfusu sabitlememiz gerekiyor.
İkincil olarak bu sistemi bir anda değil, yavaş yavaş ve bölgeler hâlinde uygulamamız gerekiyor. Özellikle yeni yetiştirilecek gençler bu sisteme kolayca adapte olabilir ancak eski sisteme fazlasıyla alışmış art niyetli kişilerin, bu sistemi suistimal etmesi çok yüksek bir risktir ve henüz geçiş aşaması tamamlanmadığı için yeterli tedbirler alınamayabilir.
Bu yüzden, yeni sistemin uygulandığı bazı özel alanlar yaratılmalı ve bu alan zaman içinde yavaş yavaş genişletilmelidir. Yeni sisteme adapte olma seviyesine ulaşmış kişiler buraya geçebilmeli, diğerleri ise sürecin ilerleyip sistemin oturmasını beklemelidir.
Her şeyden önce bu sistem bilimsiz ve fakir bir ülkenin kurabileceği bir sistem değildir. Bizler bütün gücümüzü teknoloji ve bilime vermeli ve dünyanın en zengin ülkelerinden birisi olmalıyız.
Konunun en başında belirttiğimiz icatlar ekonomisini kurup kontrollü liberal ekonomi ile güçlenmeli ve süreci rahatça yürütebilecek hâle gelmeliyiz.
Örneğin, insanlara devasa, güneşsiz ve topraksız robotik tarım fabrikalarında ürettiğimiz besinleri bir anda, öylece veremeyiz. Önce bu ürünleri piyasaya sürüp fiyatları yavaş yavaş düşürmeliyiz. Aynı durum yüksek teknoloji ile bolca üretebileceğimiz her türlü ürün için geçerli.
Sektörleri bir anda yıkamayız. Eğer ekonomiyi bir anda değiştirmeye çalışırsak, eski düzendeki sistemin bütün mensupları bir anda boşa düşecek ve yeni sisteme entegre olana kadar sıkıntılar yaşanabilecektir.
Bu geçiş sürecinde en fazla odaklanmamız gereken konulardan birisi de asteroit madenciliği konusudur.
Bugün her ülke, her kaynağa yeterince sahip değildir. Bu sistemin küresel olarak kurulması için de uzun bir sürece ihtiyaç vardır. Hâliyle bu sisteme geçişlerde kaynak sıkıntıları yaşanacak ve doğal olarak ülkeler arası çatışmalar ve gerilimler körüklenecektir. Bunun önüne geçmek için dünyada var olan kaynakların binlerce katına rahatlıkla ulaşabileceğimiz ilk kaynağa yani asteroit kuşağına yönelmeliyiz.
Bu kulağa biraz hayali gelebilir ancak durum hiç de öyle değil. Bugün dünya ekonomisi, yaklaşık 80 trilyon dolara tekabül ediyor. Peki, bu paranın ne kadarı uzay araştırmalarına harcanıyor biliyor musunuz? Yalnızca %0.03’ü.
Bu paranın büyük çoğunluğu kendi yörüngemizde olan iletişim uyduları ve askerî uydular gibi araçların harcamasına gidiyor.
Peki, gerçekten uzayı keşfetmemize, araştırmalar yapmamıza, elimizdeki uzay teknolojilerini geliştirmemize ayrılan bütçe ne kadar biliyor musunuz? Yalnızca %0,0003.
Buna rağmen bu çok ama çok düşük rakama rağmen insanoğlu bugün uzay hakkında çok fazla bilgiye sahip ve elimizdeki uzay teknolojileri farklı bir gezegende koloni kurmaya yetecek düzeyde.
Eğer biz bu rakamı birazcık arttırabilirsek, hatta hiç arttırmadan elimizdeki bu mevcut bütçe ile daha ileri teknolojiler geliştirebilirsek, önümüzdeki 10 yıl içinde asteroit madenciliğine başlamış oluruz.
Uzay boşluğunda öylece dolanan milyarlarca ton demir, altın, buz, krom, nikel ve sayısız maden bizi bekliyor. Bu madenler o kadar çok ki geçtiğimiz yıllarda keşfedilen sadece tek bir asteroitte, bugünkü parasal sistemle baktığımız zaman dünya ekonomisinin toplam parasının 137 bin katı değerinde nikel, demir ve altın madeni tespit ediliyor.
Bunun gibi asteroit kuşağında 600 binden fazla asteroit olduğunu bir düşünün.
Sadece bir düşünün. Hepsi de bizi bekliyor. Yapmamız gereken tek şey uzay teknolojilerine biraz daha önem vermek ve bu kaynakları akıllıca kullanmak.
Füzyon reaktörü gibi inanılmaz yüksek derecede enerji üretecek sistemlerimiz varken, yapay zekâ ve robotik teknoloji gibi bizim işimizi aşırı kolaylaştıracak teknolojilere sahipken ve hemen burnumuzun dibinde asteroit kuşağı gibi akıl almaz bir kaynak zenginliği varken bütün bunları bir araya getirdiğimizde ekonomimizin ne durumda olacağını bir düşünün.
Para mı? Yoksulluk mu? Eve ekmek götürmek için nefret ettiğiniz işleri yapmak mı?
Bunlara sadece kahkaha atılır. Yeni sistem kurulduğu zaman insanlar geçmişte yaşayanlara acıyarak bakacak.