İSLAM'LA TANIŞMA

Müslüman Araplar, Orta Asya sınırlarına dayandıkları zaman burada gittikleri hiçbir yerde karşılaşmadıkları kadar sert bir direnişle karşılaştılar.

Müslüman Araplar, Koskoca Roma İmparatorluğu’nu Orta Doğu’dan atmayı başarmışlardı. Kökleri Antik Çağ’a kadar uzanan binlerce yıllık kadim Pers yönetimini paramparça edip yıkmayı başarmışlardı. Yüzlerce savaşa girip Fas’tan Afganistan’a kadar devasa bir coğrafyayı kana bulayıp buraları ele geçirdiler. Ancak her ne hikmetse Orta Asya’ya geldikleri zaman burada dağınık hâlde yaşayan Türklere hiçbir şekilde boyun eğdiremediler.

İlerlemeleri o kadar çok yavaşlamıştı ki imparatorluğu merkezden komuta eden halifeler, bu durumun sebebini öğrenmek için Orta Asya’daki insanların kim olduğunu, neye inandıklarını ve nasıl bir millet olduğunu özellikle araştırmaya başladı.

Türkler tek bir büyük devlet olmayıp dağınık hâlde yaşadıkları dönemde bile Orta Asya’da Araplara kök söktürmüşlerdi ve bu durum Arap komutanlarını fena hâlde sinirlendirmişti. Kuteybe Bin Müslim, bu bölgeye Halife tarafından atanan vali ve aynı zamanda Müslüman ordularının komutanıydı. Türklere boyun eğdirmek için Orta Asya’da çok kanlı eylemlerin içerisine girdi. Ele geçirdikleri Türkleri, sivil veya asker fark etmeksizin katletmeye başladı.

Kuteybe Bin Müslim, Türklerin direncini kıramadığı her gün, daha da fazla deliriyor ve vahşileşiyordu. Normalde İslam’a göre yasak olmasına rağmen teslim olmuş kadınları, çocukları, esirleri topluca öldürüyor, bütün ibadethaneleri yıkıyor, özellikle de Türklerin kütüphanelerini ve kitaplarını yakmaya, yok etmeye büyük özen gösteriyordu. Bu vali, 15 yıl boyunca Orta Asya’da dökebildiği kadar kan döktü ancak yeterince ilerleme kaydedemedi ve Türklere boyun eğdiremedi. Başarısızlık ve utanç içinde, Türk direnişçiler tarafından öldürüldü. Zira Araplar onun sözde “şehit olarak” öldüğünü yazarlar ancak ölümü hakkında fazla ayrıntı yoktur.

O geberip gittikten sonra onun yerine gelen hiçbir Arap komutan, onun yaptıklarını devam ettirmeye cesaret edemedi. Arapların ilerleyişi bıçak gibi kesildi ve Türklerle savaşmanın hiçbir faydasının olmadığını kısa zamanda anladılar.

Türkler bin parçaya bölünmüş olsalar bile Arapların savaşarak, öldürerek, zulmederek boyun eğdirebileceği bir millet değildi. Ayrıca Arapların o zamana kadar karşılaştıkları en çetin, en inatçı millettiler. Zaman içinde özellikle Bağdat’ta bulunan halifeler bu durumu lehlerine çevirmenin daha iyi olacağını düşündüler ve Türklere karşı daha ılımlı davranılması gerektiğine, hatta mümkünse olanlara devlet içerisinde makam mevki vererek onların niteliklerinden faydalanılması gerektiğine karar verdiler, özellikle de “askerî” konuda.

Böylece tarihte ilk defa bir millet, başka bir milletin askerlerini alıp kendi ülkesine baş tacı etmeye başladı. Bugün Irak sınırları içerisinde bulunan Bağdat yakınlarındaki “Samarra” şehri tam olarak bunun için kurulmuştur. Halifeler, Orta Asya’dan getirdiği Türk savaşçıları buraya yerleştirmiş, onların ırklarının diğerleriyle karışmaması için son derece özen göstermiş ve buradaki Türkleri hem devletin hem de ordunun en önemli kademelerine getirmiştir.

Araplar, Türkleri artık düşman olarak değil, yeteneklerinden faydalanılacak cesur savaşçılar olarak görmeye başladılar. Müslümanların Türklere karşı daha ılımlı politikalar gütmesiyle birlikte Türklerde onlara karşı daha ılımlı davranmaya başladılar ve çeşitli bölgelerde Türklerle Araplar arasında ittifaklar kurulmaya başlandı. Bunun en meşhuru, Çin’e karşı yapılan Talas Savaşı’ndaki ittifaktır.

Gelelim, Türklerin İslam’a geçmesine…

Birçok kaynakta Türklerin Müslüman oluş hikâyesi son derece basit anlatılır. Bazıları Türklerin Araplar tarafından kılıç zoruyla Müslümanlaştırıldığını söylerken bazıları da tamamen naif bir şekilde “İslam dini Gök Tanrı dinine çok benziyordu, O yüzden Türkler İslam’a geçtiler” şeklinde bir açıklama yapar.

Bu iki görüş de tamamıyla yanlıştır. 

Birincisi, Türklerle Müslüman Arapların savaşmasının neticesinde, Türklerin kitlesel olarak İslam’a geçtiğine dair hiçbir tarihi kayıt yoktur. Türkler Araplarla yaklaşık 50 yıl boyunca çok sert bir şekilde savaşmış ve bu dönemde Arap ordularına kök söktürmüşlerdir. Sadece Orta Asya’da değil, örneğin Kafkaslarda Hazar Türkleri Arap ordularına büyük bir yenilgi yaşatmışlardır. Bu yenilginin üzerine Arap halifesi Bağdat’tan bizzat kalkıp bölgeye gelmek zorunda kalmıştır.

Türklerin Müslüman oluşu, bu 50 yıllık savaşlardan sonra Emevi halifeliğinin tamamen yıkılıp yerine Abbasi halifeliğinin kuruluşuyla birlikte gerçekleşmeye başlamıştır. Hatta bugünkü Türk Devleti’nin temelini atan Selçuklular, Arapların Orta Asya’ya gelişinden neredeyse 300 yıl sonra İslam’a geçmiştir. İslam’a geçiş süreci, birkaç günlük veya birkaç yıllık bir mesele değildir. Yüzyıllarca sürmüş ve son derece yavaş işlemiştir. Şunu da söyleyebiliriz ki Türkler, Müslüman milletler arasında en geç ve en yavaş biçimde İslam’a geçen millettir. Bu şekilde yavaş ve geç bir şekilde Müslüman olan başka hiçbir millet yoktur.

Bu durum hiçbir zaman, bazılarının iddia ettiği gibi “Kapımıza silahlı insanlar dayandı, hadi, hep beraber Müslüman olup kurtulalım” şeklinde olmamıştır veya kitlesel olarak esir edilen Türklerin nesilden nesle İslam’ı kabullenmesi diye bir şey kesinlikle söz konusu değildir.

Türkler, yüzyıllar boyu devam eden bir süreç içerisinde son derece yavaşça, kendi kültürlerini ve hatta Gök Tanrı dininin birçok ritüelini dahi koruyarak İslam’a geçmişlerdir. Bugün bile Türklerin, Gök Tanrı inancından kalma birçok farklı ritüelleri vardır ve Müslüman olmalarının üzerinden bin yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, Türkler bu kültürleri hâlen yaşatmaktadırlar.

Peki, bu geçiş nasıl oldu?

Türkler, Orta Asya’nın bozkırlarında göçebe olarak yaşayan ve bu coğrafyalarda kurulmuş olan ticaret ağı sayesinde geçinen bir milletti. Araplar bölgeye geldiğinde yavaş yavaş şehirleşme sürecine girmiş, büyük bir çoğunluğu kabileler ve boylar hâlinde hayvancılıkla geçinen ve en büyük düşmanı şüphesiz ki mevsimsel değişimler olan insanlardı. Emevilerin yıkılışından sonra Araplarla yapılan ticaret ilişkisi ve Arapların Türklere askerî açıdan sürekli olarak iş vermesi, ekonomik olarak zayıf olan Türklerin sık sık Araplarla birlikte çalışmasına sebep oldu.

Araplar için paralı askerlik yapan, para karşılığı devlet makamlarında vazife alan, tehlikeli yollarda kervanlarını koruyan, şehirlerinde muhafızlık yapan veya bazı bölgelerde sınır koruyuculuğu yapan Türkler, yavaş yavaş İslam’ın ağır kültürden etkilenmeye başladılar. Çeşitli sebeplerle Arapların arasına giden ve orada azınlık olarak yaşayan Türkler, kültürel olarak olmasa bile yavaş yavaş din konusunda asimile olmaya başladılar.

Peki, neden? Nasıl oldu da İslam, Gök Tanrıcı Türklerin zihnine girdi?

Aslında mesele basit. Türkler yazılı kaynakları çok fazla kullanmadıkları ve yerleşik bir eğitim sistemine sahip olmadıkları için Gök Tanrı dinini kulaktan duyma bir şekilde yaşıyorlardı. Çok zayıf bir dinî algıları vardı ve bu kulaktan dolma öğrendikleri din, günlük hayatın içinde pek fazla yer etmiyordu. Dinden ziyade kültürlerini yaşamaya odaklanmışlardı. Araplar ise her şeyden önce kapsamlı bir dinî eğitime önem veriyorlardı. Çocukluktan itibaren son derece geniş bir dinî eğitim alan Araplar, günlük hayatın her noktasında bu dini yaşıyorlardı. Kaçınılmaz olarak kulaktan dolma zayıf inançlarla yaşayan Türkler, kapsamlı İslam söylemlerinden etkilenmeye başladılar.

Bazı Türk boyları, İslam’ı Müslümanların üzerinden kazanç sağlamak için bir fırsat olarak gördüler. Bazı Türk boyları da hakikaten İslam’ın onlara yönettiği mesajdan etkilendikleri için Müslüman oldular. Velhasıl sonuç olarak Arapların ve Farsların içine karışan Türkler, yüzyıllar içinde yavaş yavaş kendi kulaktan dolma öğrendikleri dinlerini bırakarak İslam’a geçtiler.

Zaman geçtikçe Arap halifelikleri güç kaybetmeye başladı ve birçok yerde bağımsız devletler kuruldu. Arapların hem Orta Doğu’da hem de Orta Asya üzerindeki hâkimiyetleri zayıfladığı için bölgede kalan Türkler ilk fırsatta tekrar kendi devletlerini kurmak için harekete geçtiler.

Halifeliğin yıkılmasının ardından, İranlı Farslar “Samaniler” adında kendi devletlerini kurdular. Ancak Farslar da her ne kadar millî bir devlet kurmuş olsalar da tıpkı Araplar gibi Türklerin savaşçı yeteneklerinden ve teşkilat kurma becerilerinden etkilenmişler, onları kendi devletlerinde yüksek makamlara çıkarmışlardı. Ayrıca Samaniler her ne kadar eski İran devletlerinin devamı olduklarını iddia etseler de İslamiyet’i de hükümlerini kabul ettirmek için siyasi bir araç olarak kullanıyorlardı ve hükümleri altında bulunan birçok milletin İslamiyet’e geçmesi için çok büyük çaba sarf ettiler.

Din konusunda Araplar gibi çok tutucu değillerdi. Bunun yerine en temel İslami kavramlar da dâhil olmak üzere, birçok taviz vererek kendi içlerinde bulunan milletleri din değiştirmeye ikna ediyorlardı.

Bunu yaparken, bir yandan da kendi kültürlerini İslam’la harmanlayıp diğer milletlere sunuyorlardı. Örneğin, Müslümanların en temel ibadeti olan “Salat” kavramını ele alalım.

Günde 5 vakit kılınan ve Allah’a karşı en büyük ibadet olan “Salat” kavramının ismi, İranlılar tarafından “namaz” olarak değiştirilmiştir.

İranlıların eski Zerdüşt dinlerinden kalma, salat ibadetine çok benzeyen bir ibadet şekilleri vardı. Bu ibadet şeklinin adı namazdı. İranlılar Müslüman olduktan sonra Kuran'daki orijinal haliyle “salat” kelimesini kullanmayıp bunun yerine bu ibadeti “namaz” olarak adlandırmışlar ve bu şekilde uygulamışlardır. Oruç ve abdest gibi birçok kavram esas olarak Farsçadır. Kuran'daki orijinal isimleri farklıdır ve Türkler bu kavramları Farslardan öğrenmişlerdir.

Esasında Türklerin ezici çoğunluğu, İslam’ı Araplardan değil, Farslardan öğrenmiş; İslam’a Araplar zamanında değil, Farslar zamanında toplu olarak geçmişlerdir.

Samaniler ve onlardan sonra bölgede yaşayan Farslar, bu tarz esnek ve hoşgörülü davranışlarıyla, yaklaşık 200 binden fazla Türk’ün İslam’a geçmesini sağlamışlardır. Türkleri İslam’a davet ederken onlara katı kavramlar dayatmamış, Türklerin de kendileri gibi öz kültürlerini İslam’ın içinde yaşatmalarına fırsat vermişlerdir. Bu yüzden, Araplar tarafından İslam’a geçirilen bütün Orta Doğu milletleri Araplaşırken Farslar ve Türkler, Müslüman oldukları hâlde kendi kültürlerini ve millî benliklerini korumuşlardır.

Samanilerin etkisiyle İslam’a geçen Türklerden birisi de Selçuk Bey’dir. Ancak Türkler Müslüman edilerek kontrol altında tutulabilecek bir millet değildir. Nitekim öyle de oldu. Samanilerin en büyük ordu komutanlarından olan Alptekin, Müslüman Türkleri etrafında birleştirerek kendi bağımsız devletini kurdu. Aradan geçen yıllar boyunca Müslüman Türkler “Gazneli” olarak tanınan devletleriyle hem İran’a hem Orta Asya’ya hem de Afganistan ve Pakistan’a hâkim oldular. Yalnızca buralara hâkim olmakla da kalmayıp hâkim oldukları bölgelerde İslamiyet’i yaymaya devam ettiler. Bunun en büyük örneği Pakistan’dır.

Birçok insan Pakistanlıların ve Hindistanlıların farklı milletler olduğunu düşünse de aslında bu ikisi de aynı millettir. Aralarındaki tek fark din farkıdır. Bugünkü Pakistan Bölgesi’nde yaşayan Hinduların Müslüman olmasının sebebi, Gazneli Sultan Mahmut’un iktidarı boyunca buraya pek çok sefer düzenlemesi ve yerli halkları Müslüman hâle getirmesidir. Yani Pakistan’ın babası bir Türk’tür diyebiliriz. Bu sebeple tarih bilgisi biraz gelişmiş olan her Hintli, Hindistanlıları kendi içinde böldüğü için Türklere karşı nefret duyar. Aynı şekilde Pakistanlılar da Türklere karşı sırf bu sebepten dolayı sempati beslerler.

Türkler, İran’a hâkim olup hızla yerleşik hayata geçtikten sonra şehirleşmenin kendilerine büyük kazançlar getirdiğini gördüler. Batıya gidip yerleşik hayata geçen Türkler hem nüfus olarak artıyor hem zenginleşiyor hem kültürlerini koruyor hem de uzun müddet iç karışıklıklar olmadan güçlü şekilde yaşıyorlardı.

Bu yüzden, daha kuzeyde ve daha doğuda yaşayan Türk boyları, batıya doğru, özellikle de dünya ekonomisinin merkezi durumunda olan Orta Doğu’ya doğru göç etmeye başladılar.

Bunların en başta gelenleri ise Selçuklulardır.

Selçuklular, bugünkü Hazar Denizi’nin kuzeydoğu kıyısında bulunan topraklarında göçebe olarak yaşıyorlardı ve Gök Tanrı’ya inanan Oğuz Yabguluğu adındaki bir devlete bağlıydılar. Selçuk Bey ve askerleri, bölgede bulunan devletlere uzun zamandır paralı askerlik yapıyorlardı. Oğuz Yabguluğu içerisinde de çok yüksek mertebelerde devlet adamlığı yapmış olan Selçuk Bey, edindiği bütün nitelikleri çocuklarına ve torunlarına aktardı.

Selçuk Bey, bir süre sonra o kadar çok güç kazandı ki artık bağlı bulunduğu Oğuz Yabguluğu’na itaat etmek istemiyor ve bağımsız olmak istiyordu. Ancak Oğuz Yabguluğu’na isyan ettiği zaman kaybetme tehlikesi vardı ve bu yüzden yanına müttefikler aramaya başladı. Ayrıca bir azınlık, bağlı bulunduğu devlete isyan ettiği zaman onun başarısı daima etraftaki diğer devletlerin desteğine bağlı olmuştur. Dış destek almayan bir isyanın başarılı olma ihtimali çok düşüktür.

Bu durumda Selçuklular için sağlam bir isyan bahanesi ve dış müttefikler gerekiyordu. Kaçınılmaz bir şekilde bu davalarında İslam’ı öne çıkardılar.

Selçuk Bey, bağlı olduğu devletin liderlerine bir elçi gönderip kendilerinin İslam’a tabi olduğunu ve bu sebeple emri altında bulundukları “kâfir” devlete biat etmeyeceklerini ileterek bağımsızlığını ilan etti. Bunu yaparken Özellikle de güney sınırlarında bulunan Müslüman Türklerden büyük destek aldılar çünkü o dönemde Müslüman Türkler arasında çok sıkı bir iş birliği vardı.

Selçuk Bey’in ölümünden sonra başa Arslan Bey geçti ve Selçukluları güçlendirmeye devam etti. Ancak artan güçleri Gaznelileri endişelendiriyordu. Arslan Bey’in, çeşitli bahanelerle Gazneliler tarafından tutuklanması ve öldürülmesinin ardından, oğulları Tuğrul Bey ve Çağrı Bey, Gaznelilere saldırmaya başladılar. Yıllardır bozkırlarda yaşayıp sertleşen ve paralı askerlik yaparak sayısız tecrübe kazanan Selçuklular, şehirleşen ve hantallaşan Gaznelilere karşı üstün geldiler. 1035 yılında büyük bir Gazne ordusunu yenen Selçuklular, bugünkü Türkmenistan Bölgesi’ne girip Merv şehrini ele geçirdiler.

Böylece ilk kez bir şehre sahip oluyorlardı.

Tuğrul Bey kendisini “Selçuklu Sultanı” ilan etti ve egemenlik alanını genişletti. Dört bir yanı istila etmeye başladı. Şehirler ardı ardına düşüyor ve ardı ardına zaferler kazanıyorlardı. 1040 yılında 3 gün 3 gece süren büyük “Dandanakan” Savaşı’ndan sonra Selçuklular kesin bir galibiyet elde edip bütün bölgeye hâkim oldular. Orta Asya ve İran’ı ele geçirdikten sonra durmayıp Basra Körfezi’nin ötesine geçip Umman’ı zapt ettiler. Ayrıca Güney Kafkasya’ya ve Doğu Anadolu’ya seferler düzenleyip Ermenileri, Gürcüleri ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun ordularını yenilgiye uğrattılar.

O dönemde, Orta Doğu Şii isyanlarıyla sarsılmıştı ve Halifelik merkezi Bağdat, halifeyle birlikte Şiiler tarafından esir edilmişti. Şüphesiz ki eğer Selçuklu Türkleri gelip halifeliği kurtarmasaydı ve Orta Doğu’daki Şii devletlere son vermeseydi, bugünkü Müslüman dünyanın ezici çoğunluğu Sünni değil, Şii olacaktı. 1060 yılında Tuğrul Bey tarafından esaretten kurtarılan Halife, sultanı “Dünya Hakanı” ilan etti.

1060 yılını asla unutmayın. Bu yıl, İslam dünyasının Türk hâkimiyeti altına girdiği yıldır.

Tuğrul Bey’in 1060 yılında Bağdat’a girdiği günden, Mustafa Kemal Paşa’nın 1918 yılında Filistin cephesinden çekilmek zorunda kaldığı güne kadar yaklaşık 900 yıl boyunca, Orta Doğu Türk hâkimiyeti altında kalmıştır.

Bu durum, Arapların 350 yıllık İslam dünyası hâkimiyetinin 3 katı bir süredir.

Uzun ve verimli bir hayat yaşayan Tuğrul ve Çağrı Bey’den sonra devletin başına Çağrı Bey’in oğlu Alparslan geçti.

Alparslan’ın tahta geçişi de Türk tarihinin hemen her noktasında olduğu gibi kısa bir taht kavgasının ardından gerçekleşti. Türkler, tarihleri boyunca kardeşler ve boylar arasındaki bu taht kavgaları yüzünden çok fazla kan kaybetmişti. Bu sebeple devlet geleneği olarak taht kavgalarının en kısa yoldan çözülmesi için tedbirlere başvurdular. Şükür ki Sultan Alparslan kardeşiyle yaptığı taht kavgasını, devletin bölünmesi ve sarsılmasına kadar götürmemiş, vezirlerin aldığı tedbirler sayesinde çok kısıtlı bir kan dökerek çözmüştü. İlerleyen zamanlarda Selçuklular ve onların devamı olan Osmanlı Hanedanı, devlete zarar gelmeden iktidarın el değiştirmesi için son derece gaddar gibi görünen bazı tedbirler alacaktı.

Alparslan da tıpkı babası ve dedeleri gibi savaşçı bir mizaca sahipti ve gelecekte Türk tarihinin kaderini değiştirecek olaylara imza atacaktı. Alparslan, iktidara gelir gelmez öncelikle devletin birlik ve bütünlüğünü elden geçirdi. Ordusu ve devleti üzerinde tam hâkimiyet kuran Sultan Alparslan, derhâl askerî seferlere çıktı ve kısa zamanda Kafkaslarda ve Anadolu’da bulunan Hristiyan bölgelerini ele geçirdi.

Hristiyanların kutsal bölgelerinden biri olarak kabul edilen Ani Kilisesi’nin Sultan Alparslan tarafından fethedilmesi, İslam dünyasında coşkuyla karşılanırken Hristiyan dünyasında Türklere ve Müslümanlara karşı duyulan nefreti arttırdı. Sultan Alparslan, Müslümanların tamamının kendi egemenliği altında birleşmesini istediğinden, o dönem Mısır’da hüküm süren ve Şii mezhebine bağlı olan Fatımi Devleti’ni ortadan kaldırmaya azmetti. Bu sebeple ordusunu toplamış ve yola çıkmışken Doğu Roma İmparatorluğu’nun da askerlerini toplayıp kendi üzerine doğru yürüdüğünü haber aldı. Bunun üzerine derhâl yönünü çevirip Doğu Roma ordusunun karşısına çıkmak üzere Anadolu’ya girdi.

Aslında Türkler Orta Doğu’ya girdiği günden beri, Tuğrul Bey’in yönlendirmesiyle birçok Türkmen Akıncı Anadolu’ya saldırılar düzenliyor ve toprak ele geçiriyordu. Bizans İmparatoru birçok defa ordularını toplayıp bu Türkmenler üzerine sefere çıktıysa da aniden ortaya çıkan ve aniden aynı hızla kaybolan Türkmen akıncılarının hakkından bir türlü gelemiyordu.

Sultan Alparslan, Doğu Roma İmparatoru Romen Diyojen’in dev ordusuyla Malazgirt önlerinde karşılaştı. Buradaki büyük zafer her Türk’ün bildiği, ezberlediği ve gururlandığı, gerçekten de tarih kitaplarına geçmeyi hak eden, büyük bir askerî başarıdır. Askerî başarısının yanı sıra, Anadolu’daki Doğu Roma hâkimiyetini kırması ve böylece Orta Asya’dan gelen Türklerin bu bölgeye daha rahat yerleşmesinin önünü açması sebebi ile “Türklere Anadolu’nun kapısını açan savaş” olarak bilinmektedir.

Evet, daha önce de söylediğimiz gibi eğer Türkler tek bir güçlü liderin arkasında tek yumruk olacak şekilde birleşirlerse hiçbir şekilde savaş meydanında kaybetmezler. Türklerin kaybetmesinin tek sebebi, ancak kendi içlerinde çıkan ikilikler veya doğal felaketler olabilir. Bunlar haricinde tarih boyunca asla savaş kaybetmemişlerdir.

Nitekim Türk olmayanlara karşı girdiği sayısız savaşın ardından Sultan Alparslan bir başka Türk Devleti olan Karahanlıların üzerine çıktığı bir sefer sırasında yine bir başka Türk tarafından suikast sonucu öldürülmüştür.

Sultan Alparslan, sanılanın aksine giriştiği savaşların yarıya yakınını, dış düşmanlara karşı yapmış, diğer yarısını ise kendi devleti içinde yaşayan başka Türklerin isyanlarına karşı yapmıştır.

Ne kadar da acı… Türkler yabancılarla savaştıklarından daha fazla kendi içlerinde birbirleriyle savaşıyorlar. Buna rağmen dünyanın en güçlü imparatorluklarını kurup dünyanın en büyük zaferlerini kazanabiliyorlar. Bir de Türkleri kendi içlerinde hiçbir çekişme olmaksızın bir bütün hâlinde, sürekli dünyaya karşı mücadele ederken düşünmeyi deneyin. Eğer böyle olsaydı, hiç şüphesiz ki dünya üzerinde Türk egemenliğine girmeyen tek bir karış toprak bile kalmazdı.

Belki de yüce Yaradan, dünyanın geri kalan milletlerine acıdığı için Türklerin içerisine fitne, fesat ve ayrışma sokmuştur. Aksi hâlde birlik olmuş bir Türk milletine karşı kim zafer kazanabilirdi ki?

Sultan Alparslan vefat ettiğinde devletinin sınırları doğuda Moğolistan yakınlarından batıda Ege’ye; kuzeyde Kafkas Dağları’ndan, güneyde Yemen’e kadar uzanıyordu.

Sultan Alparslan öldükten sonra her zaman olduğu gibi yine bir taht kavgası çıktı ve onun yerine sultan olmak isteyen Melikşah’la diğer adaylar arasında kısa süreli bir iç savaş yaşandı.

Diğer taht adaylarını kısa süre içerisinde ortadan kaldıran Sultan Melikşah, devletin içindeki savaşı bitirdikten sonra bir de dışarıdan saldıran diğer Türk devletleri ile savaşmak zorunda kaldı. Yeniden toparlanmaya çalışan Gazneliler ve Karahanlılar, ülkenin doğu sınırlarından aralıksız bir şekilde saldırıyordu. Melikşah bu tehdidi de kısa sürede ortadan kaldırdı.

Sultan Melikşah, Alparslan zamanında başlatılan Anadolu’nun Türkleştirilmesi harekâtına hassasiyetle destek verdi ve Anadolu’ya Akın yapan komutanlara sürekli olarak yardımda bulundu. Tarihî kayıtlara göre sadece bu kısa dönem içerisinde Anadolu’ya yerleşen Türklerin sayısı 1 milyonu buluyordu. Anadolu’nun Türkleştirilmesiyle görevli komutanlardan biri olan Artuk Bey, sadece Üsküdar ile İzmit arasındaki küçük bölgeye 100 bin kadar Türk yerleştirmiştir.

Türklerin kendi içerisindeki iktidar mücadeleleri ve savaşlar yetmezmiş gibi Sultan Melikşah bir de üstüne Şii-Sünni çatışması ile mücadele etmek zorunda kaldı. Bu dönemde Sünni ekole sahip Büyük Selçuklu Devleti’ne isyan eden Şii isyancılardan en meşhuru, Hasan Sabbah ve fedaileridir. 

Hasan Sabbah, bizzat kendi yazdığı ve kendi hayatını anlattığı kitapta, ırk olarak Arap soyundan geldiğini, babasının Yemen’den Irak’a, oradan da İran’a göç ettiğini yazmaktadır. İlginç bir şekilde, Hasan Sabah kendi soyunu İslamiyet öncesi Yemen’de bulunan “Himyar” Krallığı’nın soyuna dayandırmaktadır. Normalde Müslüman Araplar, kendi köklerini İslamiyet ile alakası olmayan bu gibi yerlere bağlamayı asla düşünmezler. Muhtemeldir ki Hasan Sabbah bu davranışı, asaletle övünen Türklere karşı bir meydan okuma amacıyla gerçekleştirmiştir.

Nitekim Türklerin Orta Doğu’ya gelişi ve bütün İslam dünyasına hâkim olmaları, özellikle Şii Araplar arasında o dönem derin bir nefret uyandırmıştı çünkü Şiiler, yüzyıllardır isyanlarla hırpaladıkları Sünni dünyayı nihayet ele geçirmiş ve hemen hemen tüm İslam âlemini Şii devletlerin hâkimiyeti altına almışlardı. Ancak hiç hesapta olmayan Türkler bir anda ortaya çıkmış ve her şeyi tersine çevirmişti.

Kaderin çok tuhaf bir cilvesidir ki Selçuklu Türkleri nasıl ki bu dönemde Orta Doğu’yu ele geçirip İslam dünyasına Şiilerin hâkim olmasını son anda önlediyse aynı şekilde, yüzlerce yıl sonra Şiilik yok olmak üzereyken İran’daki Safevi Türkler de Şiiliği halka zorla benimsetip geniş bir Şii nüfus oluşturmuşlar ve Şiiliği bu bölgeye hâkim kılmışlardır.

Elbette ki her iki durum da tamamıyla siyasi amaçlar için yapılmıştı. Selçuklular, Orta Doğu’ya geldikleri zaman eğer Sünnilerin esareti altında bir Şii halife bulsalardı ve bu halifeden yardım isteği alsalardı, şüphesiz ki bunu bahane ederek yine Orta Doğu’yu zapt ederlerdi. Aynı şekilde, Osmanlılar Şii olsaydı ve Safeviler bunlara üstün gelmeyi başaramasaydı, karşıt mezhep olan Sünniliği kullanmaları son derece olasıydı.

Evet, dürüstçe kabul etmek gerekir ki her ne kadar Türklerin çoğunluğu inançlarında daima samimi olsalar da devleti yönetenler siyaset gereği bu mezhepleri sık sık kullanmışlardır. Bunlardan en belirgin olanı, şüphesiz ki bir strateji dehası olan Timur’dur. Zira kendisi Sünnilere karşı savaşırken Şiilerin, Şiilere karşı savaşırken de Sünnilerin argümanlarını sık sık kullanmıştır.

Neyse, konumuza geri dönelim.

Hasan Sabbah, Türk olmadığı hâlde Türk tarihinin en önemli figürlerinden birisidir. Yüz binlerce kişilik orduların ve girişilen yüzlerce savaşın yapamadığını, tek başına, bir avuç uyuşturucu bağımlısı fedaisi ile yapmayı başarmış, koskoca Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu yıkılış sürecine sokmuştur.

Kendisi, tarih boyunca Türklere en büyük zararı vermiş kişidir desek abartmış olmayız.

Büyük Selçuklu İmparatorluğu, en parlak devrini yaşıyordu. Bütün düşmanlar dize getirilmiş, dünyanın o dönemdeki en büyük imparatorluğu kurulmuştu. Bu imparatorluk; dünya ticaretinin, kültürün, bilim ve sanatın merkeziydi. Her alanda insanlığın zirve noktasıydı. Eğitimde, zanaatta, kültürde, felsefede, askerî ve ekonomik güçte, hiç kimseyle kıyaslanamayacak kadar ilerideydi.

Devlet giderek köklerini daha da derine salıyordu. Belki de hükmünü yüzlerce yıl boyunca sürdürecekti. Belki de bu süre içinde, hâkim olduğu her bölgeyi Türkleştirecekti.

Evet, pek bilinmese de Selçukluların bu yolda attığı sayısız adım vardır. Selçuklulara tamamen biat ettikleri ve hiçbir sıkıntı çıkarmadıkları hâlde Selçukluların ordularını gönderip tamamen Türkleştirdiği birçok bölge vardır. Böyle devam etseydi, Avrupa’da günümüzde bile hâlen kullanılan “Türk demek, Müslüman demektir” tabiri, belki de gerçek olacaktı. Selçukluların, bütün Müslümanları tek çatı altında toplayıp onları Türkleştirmesi sadece zaman meselesiydi. Sadece Müslümanları değil, hükmü altındaki Hristiyan bölgeleri de hızla Türkleştiriyorlar, Türkleri yönetici yapıp halk arasında Türk dilini ve Türk kültürünü yayıyorlardı.

Lakin olmadı. Hasan Sabbah adındaki bu adam, İmparatorluğun en parlak devrinde ortaya çıktı ve buna engel oldu.

Bilindiği üzere Hasan Sabbah Şii bir aileden geliyordu ancak ailesi radikal değildi, ılımlıydı. Selçukluların merkezlerinden olan Rey kentinde, makul ekoller üzerinde dinî dersler aldıysa da –her ne olduysa– bir şekilde Şiiliğin kolları arasında geçiş yapıp radikal bir militana dönüşüverdi.

Kısa süre içinde kendisine gizli bir tarikat kurdu ve tarikatına katılan insanları ölümüne, ciddi anlamda “ölümüne” kendisine bağladı. Takipçileriyle birlikte İran’ın en ücra, en erişilmez dağ zirvelerinde bulunan bir kaleyi, hile ve rüşvet ile ele geçirip burayı gizli terör örgütünün merkez üssü hâline getirdi.

Evet, Hasan Sabbah dünyanın ilk terör örgütünün kurucusudur. Fedailerinin, çeşitli uyuşturucular ve dinî telkinlerle aklını başından alır, daha sonra onları korku, anarşi, kaos ve terör çıkartmaları için çeşitli yerlere gönderirdi.

Hasan Sabbah 35 yıl boyunca Selçuklu’nun her yerine ajanlar soktu.

Birçok devlet yetkilisini, din görevlisini, askeri ve komutanı öldürdü. Hiç şüphesiz ki bunlardan en çok can yakanı, “dâhi vezir” olarak bilinen vezir Nizamülmülk ve Türklerin en büyük hükümdarlarından olan Sultan Melikşah’a yaptığı suikastlardır. Sultan Melikşah’ın öldürülmesinden sonra Hasan Sabbah’ın da etkisiyle imparatorluk çöküş sürecine girdi ve kısa süre içinde parçalandı. Medeniyetin ışığı ve Türklüğün timsali olan Selçuklular, birbirine düşman birçok farklı devlete bölünmüştü.

Bütün bu felaketler yetmezmiş gibi bir de üstüne Haçlı seferleri çıktı. Haçlılar, en olmadık zamanda Türkler bölünüp zayıf düştükleri bir anda devasa ordularla Anadolu’ya girdiler ve en kısa yoldan Antakya ve Kudüs’e yönelip buraları işgal ettiler.

Haçlı orduları, buralarda eşi benzeri görülmemiş katliamlar yaptılar. Ele geçirdikleri yerlerdeki Müslüman ve Yahudi halkı yok ettiler. Bunu bilerek, kasıtlı olarak yaptılar çünkü Müslümanları buralardan tamamen temizlemek, yerine Hristiyan halkı yerleştirmek istiyorlardı. Öyle de oldu. Kısa süre içinde Akdeniz kıyısında İslam dünyasının göbeğinde, Hristiyan krallıklar kuruldu.

Haçlıların saldırıları neticesinde, Selçukluların yeniden toparlanma çabaları da boşa gitmiş oldu ve Anadolu hariç diğer bütün bölgeler tek tek kaybedildi.

Haçlı istilasının Türk yöneticiler arasında birleştirici rol üstlenmesi gerekirken tam tersi oldu. Haçlılarla savaşa girileceği zaman hangi şehrin kimin yönetiminde olacağı, kimin nereye ne kadar asker göndereceği, kimin ne kadar risk alacağı veya ganimetlerin nasıl bölüşüleceği konusunda sürekli ayrışma yaşandı. Türkler ve diğer Müslüman yöneticiler birleşip, tek yumruk olup Haçlı ordularının karşısına dikilmek yerine Haçlıların önünden çekilip onları başka hükümdarlara karşı koz olarak kullanmayı düşündüler.

Haçlılara karşı göğüs göğse savaşanlar da çıktı. Özellikle Anadolu Selçukluları, birçok kez haçlı ordularına baskınlar yaptılar ve yüz binlercesinin kanını toprağa akıttılar. Ancak bu savaşlar, devasa bir Türk ordusunun Haçlı ordusunu imha etmesi şeklinde değildi. Bölgesel, ufak çaplı savunmalar ve vurkaçlar şeklinde gerçekleşti. Bu sebeple kaçınılmaz olarak Haçlılar Anadolu’nun içerisinden geçtiler. Urfa’da, Antakya’da; bugünkü Lübnan’da ve Kudüs’te, kısacası Türk topraklarının Akdeniz’deki kıyılarının tamamında Haçlı krallıkları kurdular.

Türklerin ve Müslümanların ayrışmalarında yöneticilerin siyasi entrikaları bir yana, Şii ve Sünni ayrışmasının da çok büyük etkileri oldu. Örneğin o dönem Mısır’a hâkim olan Fatımi Devleti’nin baş veziri yani devletin bizzat yöneticisi olan Şahinşah adında radikal bir Şii bulunuyordu. Şahinşah, aslen Ermeni idi ve sonradan Müslüman olmuştu. Bu adam, hem Türklerin Ermenilerle yaptıkları savaşlardan dolayı Türklere büyük bir nefret duyuyor hem de radikal bir Şii olduğu için Sünni yöneticilere daima düşmanca davranıyordu. Bu yüzden Haçlı orduları, Türklerin hüküm sürdüğü topraklarda insanları kesip biçerek ilerlerken hiçbir şekilde yardım göndermediler.

Anadolu Selçukluları, Mısır Fatımileri, Suriye ve Irak’taki Selçuklu beylikleri ve Orta Doğu’nun dört bir yanındaki Müslümanlar bir araya gelip ordularını birleştirip Haçlı ordularını rahatça yenebilecek bir hâldeydiler ancak onlar bunun yerine birbirleriyle çekişmeye, birbirlerinden toprak koparmaya ve birbirlerine karşı entrika yapmaya devam ettiler.

Büyük Selçuklu Devleti’nin dağılması ile birlikte Orta Doğu’da hâkim bulunan Türk yöneticilerin etkisi de zaman içerisinde yavaş yavaş azalmaya başladı. Türkler ordu içerisinde ve devlet kademelerinde çok yoğun bir şekilde Araplar tarafından kullanılıyordu ancak Türk hâkimiyeti tamamen dağıldığı için artık Araplarda kendi liderliklerini ortaya koymaya başladılar ve Türkler yavaş yavaş geri plana itilmeye başlandı. Kısa süre sonra Orta Doğu’da sadece Anadolu Selçuklu Devleti ve İran’da bulunan Harzemşah Devleti Türklerin yönetiminde kaldı. Harzemşahların da yönetici kısmı Türk olmasına rağmen halkın ezici kısmı Fars olduğundan bu dönemde Orta Doğu’da hem yönetim olarak hem askerî olarak hem de halk olarak sadece Anadolu Selçuklu Devleti baştan aşağı Türk’tü.

Anadolu Selçukluları; Karadeniz’de, Ege’de ve Akdeniz’de uzun süreli bir kıyı bölgesine sahip olmadan ve etrafı Haçlılar tarafından çevrilmiş hâlde 200 yıl boyunca devleti ayakta tutmayı ve Anadolu’nun iç kesimlerini Türkleştirmeyi başardılar. Hem Doğu Roma’dan hem de diğer Haçlılardan sayısız saldırıya maruz kaldılar ancak hepsini püskürtmeyi başardılar. Kısa zaman içerisinde Anadolu’yu o kadar sıkı bir şekilde Türkleştirmişlerdir ki hiçbir Haçlı saldırısı Türkleri Anadolu’dan atmaya muktedir olamadı.