Canlılığın ilk kez ortaya çıkışı hakkında birçok farklı görüş vardır. Eldeki bilimsel verilere göre bugüne kadar sayısız varsayım ortaya atılmıştır ancak kesin bir kanı hâlen oluşmamıştır.
Ne kadar da ironik...
Tıpkı bir rüya gibi nasıl akıp gittiğini biliyoruz lakin nasıl başladığını kimse bilmiyor.
Elimizdeki bilimsel bulgular bize, 3 milyar yıl önce bu gezegende karbon temelli canlılığın var olduğunu söylüyor.
Peki, bu canlılar nereden geldi?
“Abiyogenez” denilen varsayıma göre belirli şartlar altında belirli şekillerde bir araya gelen atomların, canlılığın ilk yapı taşlarını oluşturabileceği düşünülüyor. Hatta laboratuvarlarda bununla ilgili birçok deney yapıldı ve gerçekten de “belirli şartlar altında” cansız atomların, canlılığın yapı taşlarını oluşturduğu gözlendi.
Abiyogenez, canlılığın başlangıcını açıklamak için gayet mantıklı bir varsayım.
Bazı bilim insanları ise ilk canlı-hücremsi yapıların, dünyayı sürekli bombardıman altında tutan asteroitlerden geldiğini düşünüyor.
Gerçekten de gök cisimlerinin hareketlerini simüle eden bilim insanları, başka gezegenden gelen bir meteor çarpmasıyla uzaya fırlayan bir parçanın Dünya’ya ulaşabileceğini ispat etti.
Fikirler çeşitlendikçe daha da ilginç varsayımlar da ortaya çıkıyor elbette.
Özellikle bilim kurgu seven kimseler, canlılığın ilk defa uzaylı varlıklar tarafından dünyaya getirildiğini düşünüyor.
Olabilir mi? Elbette olabilir.
Uzaylılar, belki bilerek ve isteyerek bu gezegendeki canlılığı “tohumlamış” olabilirler; belki de öylesine bir ziyaretten sonra ayaklarının altındaki tozda yaşayan, gözle görülemeyen tek hücreli canlılar burada kalmış ve zaman içinde çoğalmıştır. Kim bilir?
Yani dünyadaki canlılık “yanlışlıkla” ortaya çıkmış bile olabilir.
Neden olmasın?
Buraya kadar teori bazında bir problem yok ancak şu an gezegenimizde yaşayan insanların büyük bir çoğunluğu, bu saydığımız varsayımların tamamını reddediyor.
Onlar, her işte olduğu gibi bu noktada da bir “ilahi irade” görüyorlar ve canlılığın ortaya çıkışını, yaratıcının bir mucizesi olarak kabul ediyorlar.
Evet, din ve inanç! Bu gezegende görüp görebileceğiniz her fikir, bir noktada şu veya bu şekilde dinlerle ve inançlarla temas ediyor.
Dinin ve inancın etkisini yok sayarak bir dünya tarihi yazılamaz, yazmayacağız da…
Bilimsel bulgulara göre tek hücreli ilk canlıların ortaya çıktığı andan itibaren yaklaşık 1 milyar yıl boyunca, gezegenimizde hiçbir gelişmiş organizma bulunmuyor.
Ancak sonra işler bir anda değişiyor.
Kimilerine göre genetik mutasyonlar sonucunda kimilerine göre ise yaratıcının eli sayesinde, canlılarda bir şeyler olmaya başlıyor.
Birçok hücre, bir araya gelip bir bütünü oluşturuyor ve nihayet çok hücreli canlılar yavaş yavaş kendisini göstermeye başlıyor.
Zaman içinde bu çok hücreli canlılar; ilkel bitkileri ve hayvanları oluşturuyor.
İşin ilginç yanı şu ki bu değişimin hemen öncesinde ve sonrasında canlılar öyle bir güç ortaya çıkarıyor ki bütün gezegenin dengesi değişiyor.
Canlılar, denizleri ve karaları; gezegen yüzeyinin hemen her yerini kaplıyor.
Öyle büyük bir etkiye sahip oluyorlar ki bazen gezegenin atmosferindeki gaz dengesini tamamen değiştiriyorlar. Geçmişte, koca gezegenin canlıların sebep olduğu atmosfer değişimleri yüzünden devasa bir buz küresine dönüştüğü zamanlar bile oldu. Ancak yine de gezegende meydana gelen değişimlerin çok küçük bir kısmını canlıların etkisine bağlayabiliriz. Dünya’ya en çok etki eden olaylar; gezegenin iç dinamikleri ve uzaydan gelen etkilerdir. Dünyanın her yerinde süper volkanların patladığı ve gezegen yüzeyinin cayır cayır yandığı zamanlar, canlıların etkisinden tamamen bağımsızdır.
Gezegende canlıların ortaya çıkışından önce veya sonra yaşanan hangi olaylara nelerin sebep olduğu ile ilgili birçok farklı görüş vardır ancak bir şeyden eminiz ki gezegenimize “mavi” sıfatını veren suyun varlığı, bize çok da uzak olmayan bir yerden, Mars’ın hemen ilerisinde bulunan asteroit kuşağından gelmiştir.
Jüpiter’in yörüngesinde sebebi bilinmeyen bir dalgalanma meydana geliyor ve bu dalgalanmanın ortaya çıkardığı yer çekimi değişimine bağlı etkiler, buzdan oluşmuş sayısız asteroidin Dünya’ya doğru savrulmasına sebep oluyor.
Savrulmanın ve Güneş’e yaklaşmanın etkisiyle “kuyruklu yıldız” olarak görülen sayısız irili ufaklı asteroit, Dünya yüzeyine yıllar boyunca aralıksız bir şekilde çarpıyor.
Kim bilir ne güzel bir gökyüzü manzarası oluşmuştu!
Ancak maalesef bu buz yağmuru, canlıların ortaya çıkışından çok önceydi.
Bu manzarayı kimsenin izleyememiş olması çok acı.
Yine de bu olay, gezegen tarihimizdeki belki de en eşsiz şiirsel dokunuştur. Kimilerine göre sonsuz kaosun, sonsuz sıcaklığın ve soğukluğun, sınırsızca uzanan ölülüğün içinde tesadüfen oluşan bir güzellik; kimilerine göre ise ilahi iradenin en gerekli anda çırpınmakta olan bir filize verdiği hayat suyu…
Değişip gelişen ve dünyanın hemen her yerine yayılan canlılar, birçok kere yok olma tehlikesi yaşamıştır. Milyonlarca yıl boyunca arzın üzerinde dolaşan hayvan ve bitkiler, kimi zaman ani kimi zaman yavaşça gelen felaketlerle tarihten silinip gittiler. Bazen deniz kimyasındaki bir değişiklik, bazen atmosferde meydana gelen bir dengesizlik, bazen de göklerden gelen acımasız bir alev topu…
Ciddi anlamda canlılar o kadar çok felaket gördü ki kutsal kitaplarda ve mitolojilerdeki felaketler, bir jeoloğun kitabındaki felaketlerin yanında çok küçük kalacaktır.
O kadar uzun sürede, o kadar çok canlı yok oldu ki hayatta kalanlar serbestçe değişip gelişti ve yepyeni bir dünya yaratma fırsatı buldular. Doğadaki her olay, her ölüm, her katliam ve her yok oluş karşısında daima yeni sisteme adapte olan yeni canlılar buldu. Doğa acımasız ve inatçıydı ancak canlılık daha çok inatçıydı.
Atmosfer Dünya’yı dondurunca soğukta yaşayan canlılar ortaya çıktı.
Dünya yanarken ve gökten kül yağarken toprağın altında yeni sıcaklığa uyumlu canlılar ortaya çıktı. Felaketler ve doğal yaşam, canlıların genlerini, bir demirci ustasının demiri dövdüğü gibi dövüyordu.
Fark etmeden onu bir çeliğe dönüştürüyordu.
Her bir ölüm, yeni genetik değişimlerin hayat bulmasını sağlıyordu. Doğa, öldürme konusunda çok iyiydi ancak yeni ortama adapte olan genler devam ediyor ve çoğalıyordu.
Ölüm, hayatı doğuruyordu; tekrar ve tekrar…
Sadece doğurmakla kalmıyor, yaşamın kendisini akla hayale gelmeyecek şekilde çeşitlendiriyordu.
Doğanın en güçlü silahı ölümdü. Canlıların en güçlü silahı ise sürekli olarak genlerinde meydana gelen mutasyonlar ve bu mutasyonların ortaya çıkardığı çeşitlenmeydi. O kadar çok çeşit vardı ki doğa hiçbir zaman hepsini birden öldüremedi, öldüremez de. Atmosfer aynı anda hem aşırı soğuk hem aşırı sıcak olabilir mi?
Basınç aynı anda hem çok yüksek hem çok düşük olabilir mi?
Atmosferdeki herhangi bir gazın oranı, aynı anda hem çok yüksek hem de çok düşük olabilir mi?
Hayır.
Doğa öldürür, hem de acımasızca öldürür ancak o kadar çok çeşit canlı vardır ki dünya, kendisi topyekûn yok olmadan bütün canlıları aynı anda yok edemez.
Örneğin, dinozorları ele alalım. Dinozorlar denince herkesin aklına devasa canlıları yok eden devasa bir gök taşı gelir.
Dinozorların yok oluşu elbette ki çok önemliydi. Gezegende onlarca yıldır yaşayan ve sayısız türe ayrılan inanılmaz güzellikte canlılar bir anda yok olup gitti.
Lakin gezegenin ve canlılığın geleceği için çok büyük bir şey daha oldu. Dinozorlardan bile daha önemli bir olay… Hem de beklenen en küçük ve en önemsiz yerde…
Devasa dinozorlar, attıkları her adımda yeri titretirken yerin altında minik bir kemirgen, yavrularını vücudundan çıkan besleyici bir yağ ile doyurmaya başladı: Süt.
İlk memeli hayvanın özelliği sadece bu değildi. Nedeni hâlâ bilinmiyor, belki de kendi bedeninden beslediği yavrusuyla arasındaki bağdan dolayı beyninde yeni bir alan oluştu. Bu alan, dünyadaki başka hiçbir canlının beyninde yoktu: Neokorteks.
İlk etapta, yürüdüğü bir yolda engel çıkınca engelin yapısını anlayıp etrafından dolanması mı yoksa üstünden atlaması mı gerektiğini anlamaya yarayan bu minik beyin parçası, zaman içinde “bilinç” adı verilen bir yapıyı oluşturacaktı.
İşte bir şiirsel dokunuş daha…
Hatta bütün bir süreç, adeta bir şiir gibi işlemeye başladı.
Memeliler ortaya çıkıp Neokorteks yapısı gelişmeye başlayınca gökyüzünden o malum kıyım makinesi geldi ve dinozorları yok etti. Dinozorların milyonlarca yıllık saltanatı yok oldu ve taht, beklenen en son canlıya; yerin altında yaşayan o küçük, minik, aciz, zavallı kemirgene geçti.
Bir kez daha ölüm, yaşamı doğurdu ve bütün dünya, bizim o minik ve aciz; yavrusunu kendi bedeninden çıkan “süt” adındaki yağ ile besleyen kemirgenimize kaldı.
Bir milyon ile bir milyar yıl arasındaki fark, insanın rahatça algılayabileceği bir fark değildir. Biz o kadar küçük bir zaman aralığında yaşıyoruz ki bu rakamlar bizim zihnimizde hiçbir anlam ifade etmiyor. Yalnızca sayı, yalnızca söz ve yalnızca bir rakamının arkasında gelen sıfırlardan ibaret.
Milyonlarca yıl boyunca sayısız yok oluş, sayısız acı, sayısız değişim ve sayısız çeşitlenmeden sonra dünya bugünkü hâline benzer bir hâl aldı.
Tek bir istisna hariç: Dünya üzerinde hiç insan yoktu.
Peki, insan nedir?
Eğer insanlığın başlangıcından söze giriş yapacaksak, öncelikle bu sorunun cevabını vermemiz gerekir.
İnsanı tanımlamak ve kesin çizgiler çizmek, bugüne kadar hep zor olmuştur. Eğer insanı “düşünebilen bir varlık” olarak tarif edersek, bu tarif hatalı olacaktır. Böceklerin de belli ölçülerde düşünebildiğini unutmamak gerekir. Eğer insana, düşünen ve aynı zamanda akıl yürütebilen bir varlık dersek, genel olarak memelilerin beyinlerinin alın kısmında bulunan Neokorteks sayesinde akıl yürütebildiğini, sorun çözebildiğini bilmeliyiz.
Memeliler haricinde bazı kuş türlerinin de gayet belirgin bir şekilde akıl yürütme işlevlerine sahip olduğunu da bilmemiz gerekiyor. Örneğin, kargalar önlerine koyulan basit engelleri, alet kullanarak çözebilmektedirler. Tıpkı ince, uzun bir deliğin sonunda bulunan yiyeceğe, gagasıyla ulaşmayı deneyip başarısız olduktan sonra bir çöp kullanarak ona ulaşmak gibi. Bazı karga türleri, buna benzer 3-4 aşamalı problemleri bile farklı aletler kullanarak çözebilmektedirler.
Peki, insanı insan yapan şey beyin büyüklüğü olabilir mi?
Hayır.
Tek başına beyin büyüklüğü, insanı tanımlamaya yetmeyecektir. Zira balina ve fil beyinleri, insanların beyinlerinden çok daha büyüktür. İnsan beyni ortalama 1400 gram iken balina beyni 7800 gramdır.
Aklınıza hemen şu denklem gelebilir:
“Beden ile beyin büyüklüğü arasında bir orantı olmalı.”
Aslında insan beyni birçok canlıya nazaran bedenine oranla çok daha büyük bir beyne sahiptir. Ancak yanıt bu da değil çünkü yunusların beyinlerinin bedenlerine oranı, bizden çok daha üsttedir.
Hangi davranış insanı insan yapar? Hangi davranışlarımız doğadaki diğer canlılarda yoktur?
Esasında insanın sahip olduğu birçok özellik, diğer canlılarda da vardır.
Çocuğu için canını tehlikeye atan ceylanlar, kendi heykelini yapan örümcekler; sosyalist, monarşist bir sistemle yönetilen karıncalar, küçük mantarlar ekerek yer altında tarım yapan termitler; evcil hayvan besleyen balıklar, belirli objeleri kutsal kabul edip ona kurban adayan ve kutsalları uğruna diğer kabilelerle savaşan şempanzeler, hırsızlık yapan babunlar; çocuğunu, başka bir ailenin evine kimseye görünmeden koyup terk eden guguk kuşları, hastalandığı zaman farklı otlar yemek suretiyle ilaç kullanan ve ağrısını geçiren köpekler; ölülerini gömen ve başında yas tutan kargalar, tek başına mücadele edemediği düşmana karşı arkadaşlarını toplayıp saldıran çakallar, karmaşık stratejiler geliştirip düşmanlarını pusuya düşüren kurtlar, yiyeceğini gömerken diğerlerinin onu izlediğini fark edince sanki gömermiş gibi yapıp aslında elinin altına yiyeceğini saklayarak “sihirbazlık” yapan sincaplar; kuru yaprakları üzerine örtüp kendine kamuflaj yapan tarantulalar, balık beslemekten zevk alan hobi sahibi ördekler, küçük yemler kullanarak balık tutan martılar; başkasından çocuk doğuran karısını ve başkasından doğan bu çocukları öldüren kıskanç erkek aslanlar, bir kadını etkilemek için kavga eden geyikler, bulduğu güzel bir taşı, beğendiği kadına uzatarak evlilik teklif eden erkek penguenler, dışkısı ortalık yerde durmasın diye üzerini örten kediler, şarkı söyleyen kuşlar, sonar sistemi kullanarak tarama yapan yarasalar, suyu daha verimli kullanabilmek için baraj inşa eden kunduzlar, işaret dili öğrenerek 2000 kelime konuşabilen, yemek pişiren goriller ve daha nicesi…
Farklı bilim dalları tarafından insan denilen şey, farklı şekillerde tanımlanabilir. Diğer canlılarla araya farklar konulabilir ancak nihayetinde bunların “keskin” sınırları yoktur ve bir noktada hep muğlak kalacaktır.
Öyle bir kriter bulmak lazım ki az veya çok diğer canlılarda bulunmamalı ve sadece insana has olmalıdır.
Buradan yola çıkarak tartışmasız bir kriter bulabiliriz: “İnsan, icat yapma kapasitesine sahip olan canlıdır.”
Çünkü icat yapmak, aynı anda içinde hem düşünmeyi hem akıl yürütmeyi hem de eldeki bilgiler arasında bağlantı kurarak daha önce kullanılmayan yepyeni yöntemler geliştirmeyi içermektedir. İşte bu çizgi, bir hayvan ile bir insan arasında tartışmasız bir fark ortaya koyacaktır.
Hayvanların bu konuda yapabildiği en ileri iş, bir alet kullanmaktır. Ancak icat yapmak hayvanların hiçbirinin ulaşamadığı bir gelişmişlik seviyesidir. Elbette ki hayvanlar uzay mekiği de yapamaz ancak unutmamak gerekir ki 50 bin yıl önceki insanlar da uzay mekiği yapamıyordu. Bu bir belirteç değildir. İcat kavramının buradaki rolü, aynı zamanda bir “alt sınır” olmasıdır.
Bilimsel verileri toplar ve üzerine bu değerlendirmeleri de koyarsak insanlığın başlangıcını ateşin icadı ile özdeşleştirebiliriz.
Ateşin icadından önce iki ayak üzerinde yürüyen atalarımız, bitkilerle ve çiğ etle besleniyorlardı. Çiğ eti sindirmeye yarayan apandisit organı, bugün hiçbir işlevi olmasa da o zamanlardan bize miras kalan genetik bir kalıntıdır. Şimdilerde sadece ara sıra patlayıp insanı hasta etmeye yarayan bu organ, yaklaşık 1,8 milyon yıl önce, sindirim sistemimizin en önemli parçasıydı. Yine de bitki ve çiğ et tüketmek insan olmak için yeterli olmuyordu çünkü çiğ etin sindirilmesi için de yüksek miktarda enerji gerekiyordu. Bitkiler de aynı şekilde, bütün gün yenildiği zaman bu canlıların ihtiyacını ancak karşılıyordu. Yani o zamanlar atalarımız, günlerinin çoğunu yemekle ve sindirmekle geçiriyorlardı. Bir gün boyunca yedikleri şeyler, onların günlük rutinleri için gerekli enerjiyi ancak sağlayabiliyordu.
Ateşin icadıyla birlikte her şey değişti. Etlerin ve bazı bitkilerin ateşte pişirilmesi, onları sindirmek için vücudun daha az enerji harcamasına neden oldu. Yani artık daha az yiyerek hayatta kalabiliyorlardı. Ayrıca gün içinde daha çok boş vakit kalıyordu. Boş vakit demek, başka uğraşlar demek ve nihayetinde beynin de çalışması demekti.
Gerçekten de fosil kayıtları bize gösteriyor ki ateşin icadı ile paralel olarak insanların beyin hacmi büyümüştür. Beyin hacmi büyüdükçe insanlar daha çok icat yapmış ve daha iyi şekilde hayatta kalmışlardır. İcat yapmak, hiç şüphesiz ki en büyük hayatta kalma avantajıdır.
Zaman içinde dünyaya yayılan insanlar birbirinden farklı birçok türe dönüştü.
Bu türlerin bir tanesi hariç hepsi yok oldu ve biz, o son kalan “Sapiens” türünün devamıyız.
Diğer türler yok olduktan sonra Sapiens insanı da yavaş yavaş kendi içinde farklılaşmaya başlamıştı.
Sapienslerin birbirinden fiziksel ve zihinsel yaşam tarzı olarak ayrılması, son buzul çağına kadar devam etti.
Örneğin Afrika, siyah derili ırkların beşiği oldu.
Ancak çok yaygın olarak bilinen bir yanlış anlaşılmayı burada düzeltmemiz gerekiyor. Bu insanları diğerlerinden ayrı bir ırk yapan şey, yalnızca derilerinin rengi değildir. Örneğin omuriliklerinin farklı yapısı, onları diğer insan ırklarından daha iyi sporcu özelliklerine sahip kılıyor.
Ayrıca siyah kadınların kalça kemiklerinin farklı oluşu, onlara daha rahat doğum yapma özelliği kazandırdı.
Bunlar, vahşi doğada hayatta kalmak için muhteşem özelliklerdir.
Bunun sebebini diğer ırkların vahşi yaşamın üstesinden, zamansal olarak daha önce gelmesine ve siyah ırkın vahşi doğa ile daha uzun süre mücadele etmesine bağlayabiliriz.
Beyaz ırklar, doğa ile savaşta daha önce galip geldiği için doğa ile savaşmakta kullanacakları bedensel özelliklerinin gelişimi uzun zaman önce durmuştur. Bunun yerine zihinsel olarak gelişimlerine devam etmişlerdir.
Afrika’nın siyah ırkları ise binlerce yıl boyunca vahşi doğa ile bedensel olarak savaşmaya devam ettiler. Bu da onları daha güçlü, daha çevik, daha dayanıklı bedenlere sahip kıldı.
Dünyaya yayılan her ırk, karşılaştığı doğa şartlarına karşı avantajlı olacak şekilde genetik mutasyonlar geçirdi.
Böylece yavaş yavaş ırklar, diğerlerinden farklı bir hâle gelmeye ve ayrılmaya başladı.
Örneğin Güneydoğu Asya’ya yayılan insanlar, sık ormanların içerisinde rahatça hareket edebilecek ve daha az fark edilecek şekilde son derece kısa boylu, zayıf ve atik insanlardır.
Hatta binlerce yıl boyunca balıkçılıkla uğraşan bazı insan topluluklarının akciğerlerinde değişimler olduğu ve suyun altında daha uzun süre kalacak şekilde geliştiği görülmüştür. Avrupa’da yaşayan normal bir insan, suyun altında nefesini bir veya iki dakika tutabilirken bu insanlar beş hatta on dakikaya kadar rahatça nefeslerini tutabiliyorlar.
Mutasyonlar…
Genetik değişimler sürekli meydana geliyor ve doğa şartları ile karşılaştığında faydasız olan mutasyonlar elenip faydalı olanlar toplumun genel özelliği hâline geliyor.
Örneğin beyaz tenli insanların beyaz tenli olma özelliği, son buzul çağından kalmadır. Her yerin bembeyaz olduğu bir ortamda hayatta kalmak ve fark edilmemek için beyaz ten mutasyonu (albinoluk) ortaya çıkmıştır.
Bu o kadar etkili olmuştur ki beyaz ırk kısa sürede Asya’nın kuzeyini ve Avrupa’yı ele geçirmiştir.
Mutasyonlar belirli bir noktaya gelip durmaz tabii. Hiçbir zaman durmaz. Beyaz ırkın, Asya’ya giden bir kolu, buzul çağının şiddetli rüzgârlarına karşı daha iyi bir görüş elde etmek için farklı mutasyonlar geliştirmiştir. Çekik gözler ve yağlı göz kapakları; ayrıca tıknaz ve yağlı vücutlar...
Bunların sağladığı avantajlar sayesinde hayatta kalmışlar ve bu özellikler zaman içinde baskın hâle gelmiştir.
Avrupa’ya giden beyaz ırk kolu, en fazla “ilginç” özellik geliştiren koldur. Bu kol, diğerlerinin aksine ince, uzun bir vücutla beraber renkli gözler ve renkli saçları ortaya çıkaracak mutasyonlar da geliştirmiştir.
Hayatta kalmak için alet edevat yapmak ve komşu kabilelerle ticaret yapmak gibi davranışlar, dünyanın hemen her noktasında yaşayan insanlarda görülen bir durumdur. Ancak şüphesiz ki dünyanın sanat devrimi Avrupa’da soğuğun ortasında hayatta kalmak için mağaralara sığınan insanlar arasında ortaya çıkmıştır.
Duvarlara yapılan harikulade çizimler, işaretler, boyalar ve çeşitli malzemelerden üretilen harikulade heykeller…
Sanatla birlikte milyar yıllık canlılık tarihinde ilk defa, “hayatta kalma savaşının” bir adım ötesine geçildi. Zeki ve bilinçli bir varlık, hayal gücünü ve duygularını ifade etmeye başladı.
Bu yazdıklarımız Avrupa’nın bugünkü beyaz ırklarını övmek için değildir. Tam aksine bu gelişmeleri yapan muhteşem ırk, zaman içinde izole olup ayrı bir insan türü hâline gelmiştir: “Neandertaller”
Bu yaratıcı, güçlü ve beyin hacmi daha geniş olan insan türü, bugünkü Avrupalıların ataları olan kabilelerin buraları istila etmesiyle tamamen yok edildi.
Katledildiler ve tarihten silindiler.
Akıllara hemen şöyle bir soru gelebilir: Daha büyük beyin hacmine sahip, daha yaratıcı, daha güçlü, daha iri ve muhtemelen daha zeki bir insan türü, nasıl olur da daha zayıf, daha aciz, beyin hacmi daha düşük bir insan türü tarafından yok edilebilir? Bu son derece mantıksız değil mi?
Cevap basit ve bir o kadar da ironiktir. Maalesef Neandertallerin organizasyon becerisi yoktu. Minik gruplar hâlinde, birbirlerinden kopuk hâlde yaşıyorlardı. Diğer tarafta son derece organize ve kalabalık gruplar hâlinde yaşayan ve sistemli saldırılar planlayan istilacılar vardı ve karşı koyamadılar.
Bilim insanları, Neandertallerin bu eksikliğinin sebebini uzun zamandır araştırıyorlar. Bazıları, Neandertallerin zekâları yeterince gelişmediği için iletişimde geri kaldıklarını düşünüyor. Bazı bilim insanları ise Neandertallerin konuşma yetilerinin fazla gelişmemiş olduğunu ve bu sebeple organize olma yeteneklerinin olmadığını düşünüyorlar.
Avrupa’yı istila eden ve Neandertalleri yok edenler şükür ki onları sadece yok etmekle kalmadı. Neandertallerin düşünce biçimlerinden ve yaptıkları eserlerden de bir şeyler almayı başardılar.
Diğer yandan şöyle de bir mesele vardır: Sapiens olarak bilinen insanlar, her ne kadar ayrı tür olsalar da Neandertaller’den çok az bir miktarda da olsa genetik miras almışlardır. Bugün hâlen Avrupa, Anadolu ve Orta Asya’da yaşayan insanlarda %1 ila %4 arası Neandertal geni bulunur. Bu küçük gen diziliminin, bu coğrafyada yaşayan insanlara ne kattığı ise hâlen tam olarak ortaya çıkarılmamıştır.
Bir ırkın kesin olarak nerede başlayıp nerede bittiği net değildir ancak genel olarak bakıldığında diğerlerinden ayrılan genetik özelliklerini nesilden nesle aktaran topluluklar vardır.
Sahra’nın güneyinde yaşayan siyah ırkın kültürel, toplumsal ve siyasi gelişimi sanılanın aksine çok da geride değildir. Evet, her ne kadar büyük çoğunluğu yakın geçmişe kadar kabile hayatı yaşasa da bazı bölgelerde kabile federasyonları kurulmuş ve bu federasyonlar yer yer devletlere dönüşmüştür.
Gelişim açısından Afrika’nın gerisinde olan tek yer, Güneydoğu Asya ve Okyanusya yerlileri olan kadim Aborjin ırkıdır.
Ancak Aborjinleri farklı bir yere koymalıyız ve onları dünyanın gerisinde kalmış “medeniyetsiz vahşiler” olarak görmemeliyiz. Evet, belki mimaride, siyasette veya teknolojide hiçbir ilerleme kat edememişlerdir ancak düşünsel ve sosyal hayat olarak dünyanın geri kalanından bambaşka bir yol izlemişlerdir. Hayata ve insana bakış açıları tamamıyla benzersizdir. Aborjinlerin arasında dünyanın geri kalanında olduğu gibi bir hayatta kalma savaşına veya kıyımlara neredeyse hiç rastlanılmamıştır.
Onlar, çok eski zamanlardan beri toplumsal uyumun bir yolunu bulmuş, bu uyumu bir hayat tarzı hâline getirmiş ve doğanın tam anlamıyla bir parçası olmuşlardır. Dünyadaki diğer tüm insan toplulukları, doğa ile savaş halindeyken Aborjinler “doğayla uyum” düşüncesini bir hayat felsefesi hâline getirmişlerdir.
Diğer yandan ruhani bir hayat yaşamak insana içsel huzuru verebilir ancak bu içsel huzur, teknoloji ve bilimde gelişip medeniyeti ileriye taşımaktan daha mı iyidir?
Bu konu bugün bile hâlen tartışılmaktadır. Günümüzde bile medeniyetten tamamen uzaklaşıp doğa ile baş başa, içsel huzura yönelen bir hayat yaşamak isteyen sayısız insan vardır. Evini, arabasını, işini, her şeyini bir kenara bırakıp da doğaya yerleşen insanları çevrenizde muhakkak görmüşsünüzdür.
Evet, içsel huzur peşinde koşmak insanın kendisine ve yaşadığı hayata muhteşem bir anlam katabilir ve bireyin kendisi için son derece faydalıdır. Ancak bu davranış, maalesef bir insanın toplumuna verilebileceği en zararlı davranıştır. Her şeyi bir kenara bırakarak medeniyeti, teknolojiyi, bilimi terk ederek doğaya dönmek, toplumun geri kalanından bağımsız bir şekilde yaşamak, bencilliğin en belirgin dışavurumudur.
Elbette ki her insan bazen deşarj olmaya ihtiyaç duyar. Elbette her insan bazen doğa ile baş başa kalmak, akarsuyun sesini dinlemek, güneşin tadını çıkarmak ve yeşillikler üzerinde uzanmak ister ancak bunu bir hayat felsefesi hâline getirmek ve bu hayat felsefesini toplumun geri kalanına dayatmak, insanlığın ve medeniyetin kendi kendini öldürmesine neden olacaktır.
Bireysel haz peşinde koşan ve toplumun geleceğini önemsemeyen insanlar, aslında o toplumun geleceğini tehlikeye atıyor demektir. O insanın orada var olabilmesi bile ondan önce yaşayan insanların, geleceğe bir şeyler bırakması sayesindedir.
Milyonlarca hatta milyarlarca yıl boyunca canlılar, bir sonraki neslin faydasına olacak işleri yaparlar. Bu zincir kopmadan devam eder, nesilden nesile binlerce yıl boyunca aktarılır ancak sonra bir gün birisi çıkar, “Ben artık geleceği, gelecek nesilleri ve toplumu düşünmek istemiyorum. Ben sadece kendi mutluluğumu düşünüyorum,” der ve medeniyete katkı sağlamayı bırakır. Bu bakış açısı toplumun içerisinde yayılırsa o toplumun bir geleceği olamaz ve o güne kadar yapılan bütün fedakârlıklar boşa gitmiş olur.
İşte Aborjinlerin sonu da böyle olmuştur. Bugün Aborjinler yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Nüfuslarını, topraklarını ve sahip oldukları hemen her şeyi kaybetmişlerdir. Konu Aborjinlerden açılınca herkes onların yurdunu istila eden yabancılardan şikâyetçidir ancak esas suçlu istilacılar mıdır? Aborjinler hiçbir gelişme kaydetmemiş, başlarına gelebilecek olan tehlikelere karşı hiçbir önlem almamışsa, hiçbir gelişmişlik adımında bulunmamışsa bu onları da suçlu yapmaz mı?
Eğer İngilizler o coğrafyaya adım atmasaydı, Aborjinler daha nereye kadar böyle yaşayacaktı? Belki bir salgın hastalık gelecekti, belki bir deprem olacaktı; belki bir volkan patlayacaktı, belki de başka bir yaratığın saldırısına uğrayacaklardı. Lakin eninde sonunda yok olacaklardı çünkü onlar evrimsel mekanizmayı durdurdular. Onlar gelişmeyi ve ilerlemeyi bir kenara bıraktılar ve maalesef bugün sonuçlarına katlanıyorlar. Bu söylediklerimiz son derece acımasız gelebilir ancak bunlar hayatın gerçeğidir.
Dünyanın en ilginç kıtası, hiç şüphesiz ki Amerika kıtasıdır. Amerika kıtası, üzerine en son ayak basılan kıtadır. Diğer kıtalara insan yerleştikten çok uzun zaman sonra Güneydoğu Asya’da yaşayan kabileler, peyderpey buraya deniz yoluyla ulaşmış ve burada yaşamaya başlamıştır. Bu göçten uzun zaman sonra nispeten günümüze daha yakın bir zamanda kıtanın en kuzey noktasına bir göç daha gelmiştir. Bu göçün kaynağı Orta Asya’dır ve kıtaların birbirine en yakın olduğu yerdeki denizin donmasını fırsat bilerek buz üzerinde yürüyerek kıtaya ayak basmışlardır.
Bugün Kızılderililer olarak bilinen bu insanlar, kıtanın kuzey bölgelerine yayılıp buraları mesken tuttular.
Kızılderililer, uzun zaman boyunca ilkel kabile hayatı yaşamaktan öteye geçemediler ancak güneydekiler büyük imparatorluklar kurmayı başardılar. Şehirler, kendilerine has mimari yapılar, astronomi çalışmaları, sayı sistemleri ve sosyal düzenler inşa ettiler.
Ancak maalesef Latin Amerika kültürlerinin gelişimi çok yavaş olmuştur. Asya ve Avrupa’nın neredeyse 3000 yıl gerisinde kaldılar.
Medeniyetin ilk ortaya çıktığı yer ise kesinlikle tesadüf olamayacak şekilde Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının kesişim noktası olan Anadolu ve çevresiydi. Bu bölge kıtalar arası geçişin, toplumlar arası etkileşimin odak noktasıydı. Farklı yerlere dağılan ve farklı hayat şekilleri belirleyen toplumlar burada karşılaşıyorlar ve burada bilgi alışverişi yapıyorlardı. Elbette bu alışverişin ağırlığı savaş şeklinde de olmuştur çünkü sanılanın aksine savaş çok etkili bir bilgi alışverişi yollarından birisidir.
Doğayı yenen ve dünyanın dört bir yanına yayılan insan ırkı artık doğa ile işi bittiği için tamamen içindeki savaşa yöneldi. Artık insanların en büyük korkuları, gece vakti bir kurt sürüsünün kampı basması değildi. En büyük korku, başka bir insan grubunun saldırısıydı.
Zaman içerisinde korkular tedbiri getirdi. Korku, insanların birbirine daha da yaklaşmasına ve teşkilatlanmasına sebep oldu. Artık insanlar küçük gruplar hâlinde değil, büyük klanlar hâlinde yaşamaya başladılar. İşte, devletlerin ortaya çıkışı da böyle oldu. İnsanlar, hayatları üzerindeki birtakım yetkileri “hayatlarını korumak için” belirli kişilere devrettiler.
Konu, hayat algısına gelmişken din ve inanç konusunu es geçmek imkânsızdır. Bugün olduğu gibi geçmişte de insanların hayatlarına en çok etki eden mesele inançtı.
İnanç ne zaman ortaya çıktı?
İnancın insanın anlam arayışına bir yanıt olduğunu elbette biliyoruz. Anlam arayışı, düşünen ve bilinçli bir varlığın kendi varlığını ve başka varlıkların varlığını sorgulaması demektir. Yani inanç, “İnsanın insan olduğu günden beri vardır,” desek, yanılmış olmayız.
İnanç, insanın kendi kendine sorduğu ilk sorunun cevabıdır.
Ölümün dört bir yanda kol gezdiği ve insanın kendisinden çok daha büyük ve güçlü varlıklar tarafından sarılmış olduğu bir hayatta, elbette ki insanın ilk sorduğu soru, “Bütün bunlar nedir ve neden oluyor?” sorusudur.
Bir yıldırım düşmesi, bir fırtına çıkması, bir volkanın patlaması, bir vahşi hayvan sürüsünün insanları ezip geçmesi gibi kötü olaylar veya tam aksine güneşin açması, ayın geceyi aydınlatması, ağaçların meyve vermesi, baharın gelmesi gibi birçok iyi olaya şahit oldular ve düşünmeye başladılar.
Bunların sebebi nedir?
İnsanın bu soruyu sormasının ve bu soruya verdiği cevapların kökenini anlamak için insanın düşünce biçimini anlamak zorundayız.
İnsanın düşüncesi, referanslar aracılığı ile olur.
“Büyük” kelimesi söylenince akla, başka bir şeyden daha “büyük” olan bir şey gelir.
“Sıcak” denilince akla, daha önce insanın hissetmiş olduğu soğukluktan daha sıcak bir şey gelir.
Işık karanlığa göre, karanlık ışığa göre, sevgi nefrete göre, açlık tokluğa göre, varlık yokluğa göre referans alınır. İnsan beyni, her şeyi ancak her şeyin zıddıyla veya ona daha yakın olan başka bir şeylerle düşünmek zorundadır. Bir şeyi düşünebilmek için bizi o şeye ulaştıran referans noktasına sahip olmamız gerekir. Bir referans noktası ve bir başlangıç noktası yoksa düşünmek imkânsızlaşır.
İnsanın referans olarak aldığı ilk nesne, şüphesiz ki kendisidir.
Başka birisinin kızdığını, öfkelendiğini gördüğü zaman bunu kendi öfkesiyle kıyaslar ve kendi öfkesiyle anlamlandırır.
Başka birinin arzularını kendi arzularıyla düşünür. Başkasının acısını kendi acılarıyla kıyaslar.
Ancak ölümün kendisini bir türlü tam olarak anlamlandıramayız çünkü ölüm için kendi hayatımızda referans alabileceğimiz hiçbir şey yoktur. İnsanoğlu bütün duyguları ve bütün durumları kendi hayatını temel alarak düşünebilir ancak hiçbir zaman bir insan ölümünü tam olarak anlayamaz çünkü daha önce hiç ölmemiştir. Bir insan yokluğu ve hiçliği asla kavrayamaz çünkü kendini bildi bileli o insan vardır ve varlığını hissetmiştir. Ancak yine de ortada cevaplanması gereken bir soru vardır.
Ölünce insana ne olur?
İnsanlar, önce ölen birinin bedeniyle kendi bedeni arasındaki farklara bakar. Kendisi nefes alıyordur, ölen kişi almıyordur. Kendi kalbi atıyordur, ölen kişininki atmıyordur. Kendi bedeni sıcaktır ancak ölen kişi soğuktur.
Peki, bir insanın nefes almasını sağlayan, kalbinin atmasını sağlayan, bir insana sıcaklık veren şey nedir? Daha önce o insanın bedeninin içerisinde olup da daha sonra onu terk eden şey nedir?
İşte insan; göremediği, duyamadığı, dokunamadığı ve ölçemediği bu şeyin adına “ruh” der.
Nefisle ve canlılıkla bağdaştırılan “ruh” kelimesi, sadece insana özgü bir şey olarak düşünülmez çünkü insandan başka varlıkların da hareketi ve canlılığı vardır.
İlkel insanlar, doğada var olan ve hareket eden hemen her şeyin ruhu olduğunu düşünürler. Hatta çoğu zaman hareket etmeyen ancak zaman içerisinde değiştiğini gördükleri taşın, toprağın, ağacın bile bir ruhunun olduğuna inanırlar. İnsan, ruhu olduğunu düşündüğü her şeyi yine kendisini referans alarak düşünür ve kendisi bir şeye kızıp öfkeleniyorsa otomatik olarak ruhu olan başka şeylerin de kızıp öfkeleneceğini düşünür. Örneğin bir bulut, bir orman veya bir dağ…
Kendisi veya bir başka insan, öfkelendiği zaman nasıl ortalığı birbirine katıyorsa bir dağ da öfkelendiği zaman volkan olup patlıyordur. Volkanların patlaması, fırtınanın çıkması, depremin olması ve doğada meydana gelen her türlü olay bu şekilde, ruhu olan doğa güçlerinin davranışlarıdır.
İşte antik insanın düşünce yapısı tam olarak budur.
Mesele sadece kızmak veya mutlu olmak değildir. İnsan, kendi hayatındaki her şeyi, ruhu olduğuna inandığı başka varlıklara da atfeder. Mesela bulutların ruhu vardır. Toprağın da ruhu vardır. Tıpkı çiftleştikten sonra kadınların doğum yapması gibi bulutlar da tohumlarını toprağa bırakır ve toprağın doğurmasına sebep olur.
İnsanın hayata verdiği ilk anlamlar ve kendi içerisinde var olan ilk inançlar bu şekilde ortaya çıkıp zaman içinde gelişmeye başlar.
İnsanoğlu binlerce yıl boyunca sabit bir yaşam alanı olmadan yaşamıştır. Ya sürekli seyahat ediyor ya da mevsime göre birkaç farklı yaşam alanı üzerinde gidip geliyorlardı. Arkeolojik bulgulara göre toplumların çoğu av hayvanlarını takip eden avcı toplayıcı insan gruplarıydı. Bunlar ya hayvan sürülerini doğrudan takip ediyor ya da hayvanların mevsimsel geçiş noktalarına mevzileniyorlardı.
Bu tarz bir yaşam tahmin edileceği üzere hiç güvenli değildir.
Av hayvanlarının o sene bir hastalığa kurban gitmesi veya göç yollarını değiştirmesi demek, insan grubunun içerisindeki birçok kişinin o sene açlıktan ölmesi demekti.
Hayvan avlayarak, bitki ve meyve toplayarak, yırtıcılardan kaçarak yaşanan bir hayat, doğal olarak insan nüfusunun artmasına izin vermiyordu. Ayrıca böyle bir yaşam tarzı, insanın bilgi ve tecrübelerinin sadece “sözel” olarak aktarılmasına izin veriyordu. Sabit bir yaşam olmayınca sabit ve etkili bir bilgi birikimi olmuyordu. Bu yüzden örneğin sağlık, sadece şifalı otlardan ve doğa ruhlarından talep edilen bir şeydi.
Şamanlığın ve büyücülüğün ortaya çıkışı da böyle olmuştur.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta vardır. Binlerce yıl boyunca doğada bulunan her türlü otu ve bunların karışımlarını deneme yanılma yöntemi ile uygulamak, tıbbi başarının yanı sıra, ruhani yolları da açmıştır ve inançların gelişmesini sağlamıştır. Halüsinasyon gördüren, transa sokan, insan algısını değiştiren bitki iksirleri; şamanlar için baş ağrısını veya mide ağrısını geçiren otlardan çok daha önemli ve kullanışlıydı.
Şamanların insan algısını değiştiren otlarla olan maceraları, ruh temelli inançların yaygınlaşmasına ve derinleşmesine sebep oldu. Bu iksirler sayesinde toplumun hemen her bireyi, yaşadıkları dünyanın tek dünya olmadığını “gözleriyle görmeye” başladılar.
Şamanlar daha önce kendilerinde defalarca denemiş oldukları halüsinasyon gördüren iksirleri, uygun gördükleri kişilere içiriyorlar ve onların ruhsal yolculuklarına eşlik ediyorlardı. Onların psikolojilerini ve dünyaya bakış açılarını istedikleri gibi yönlendiriyorlardı.
Av hikâyeleri dinleyerek, ruhani deneyimler yaşayarak ve av hayvanlarının peşinde koşarak geçen binlerce yılın ardından dünyada meydana gelen mevsimsel bir olay, insanların hayatını sonsuza kadar değiştirecekti.
Havalar giderek ısınıyor ve buzul çağının sonuna geliniyordu. Kar ve buzla örtülü geniş araziler yavaşça yerini göllere, nehirlere ve yemyeşil yaşam alanlarına bırakıyordu.
Isınan hava ve artan su, yemyeşil bitkilerin etrafı sarmasına ve hayvan çeşitliliğinin inanılmaz derecede artmasına sebep oldu. Böylece insanlar daha az çaba ve daha az yer değiştirme ile daha fazla besine ulaşmış oluyordu. Bir süre sonra doğa öyle bir hâle geldi ki artık insanlar sürekli olarak göç etmek zorunda değildi. Belirli nehir ve göllerin etrafına yerleşmek, insanların hayatlarını rahatça geçirmeleri için yeterli olmaya başladı.
Sürekli yer değiştirmeye ihtiyaç duymayan insanlar, ilk iş olarak kaldıkları çadırlara özen göstermeye başladılar. Artık doğa şartlarına karşı daha kalın ve daha sağlam barınaklar yapıyorlardı. Konforları için daha çok özen gösteriyorlardı.
İnsanlar günümüzden 12 ile 15 bin yıl önce, ilk defa taş üstüne taş koyarak barınaklar ve tapınaklar yapmaya başladılar.
Arkeolojik verilere göre yine hiç şaşılmayacak bir şekilde, dünyanın ilk sabit yerleşim yerleri Anadolu’da kurulmuştur. Dünyanın merkezi ve kesişim noktası olan bu topraklar; ilk evlerin ve ilk tapınakların inşa edildiği, ilk evcil hayvanların beslendiği yerdir.
Kendisi sabit olan insan, bir süre sonra besinlerini de kendi etrafına sabitlemeye başladı. Artık sürüler halindeki av hayvanlarının peşinde koşmuyorlar, onları çitlerle çevirdikleri belli yerlere hapsediyorlardı.
Mesela atın ilk olarak Orta Asya bozkırlarında ve Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda evcilleştirildiğini biliyoruz ancak mesela ineklerin veya koyunların ilk olarak nerede evcilleştirildiğine dair elimizde çok fazla bilgi yok.
Evcilleştirilen hayvanlar arasında şüphesiz ki en ilginç olanı kurtlardır. Kurtlar; yemek için değil, korunmak için evcilleştirilmişlerdir ve bilinen ilk evcil hayvanlardır. Bu size ilginç gelebilir çünkü bugün evcil kurtlarımızı “köpek” ismiyle anıyoruz.
Kurtların son 15-20 bin yıldaki fiziksel değişimleri gerçekten inanılmaz. Bir Alman çoban köpeğinin veya bir Sibirya kurt köpeğinin vahşi kurtlardan türediğini az çok tahmin edebilirsiniz. Ancak insan eliyle bilinçli olarak türleştirilen Kaniş gibi süs köpeklerine baktığınızda eğer türleştirme sürecinden haberdar değilseniz, bunların kurtlardan türediğini duymak size inanılmaz gelebilir. Akşamüstü bir ateş başında oturup kamptaki arkadaşlarınızla veya ailenizle yemek yediğinizi düşünün.
Siz orada karnınızı doyuruyorsunuz ancak kampın etrafında her daim aç bir kurt sürüsü dolanıyor. Ateşin başındayken ve aile üyelerinizin yanındayken gayet güvendesiniz ancak kurtlar, birinizi yalnız yakalamayı umuyor ve etrafınızda dönüp duruyorlar.
Açlığın da verdiği büyük bir stresle sizin etrafınızda hızla geziniyorlar ancak can korkusundan size fazla yaklaşmaya cesaret edemiyorlar çünkü siz de en az onlar kadar tehlikeli varlıklarsınız.
İnsanlar çöplerini yaşadığı yere bırakmayı sevmezler. Bu yüzden bulundukları yerin biraz uzağına atarlar. Siz de böyle davranıp yediklerinizin artığını hafifçe uzağa fırlatıyorsunuz.
Sizin için onlar sadece yemek artığıdır ancak etrafınızda dönen kurtlar için son derece kıymetli besin kaynaklarıdır.
Kurtların çoğu, o besin kaynaklarına yanaşmaya cesaret edemez ancak aralarından bazılarının stres ve korku seviyeleri düşüktür. Bu yüzden kampa doğru yanaşmaya cesaret ederler ve sizin bıraktığınız yemek artıkları ile beslenirler.
Karnı aç olan kurtların ölüm riski yüksektir. Karnı tok olanlar ise nesillerini daha rahat bir şekilde devam ettirebilir. Böylece zaman içinde kurtların arasından stres seviyesi düşük; saldırganlık ve korku dürtüsü daha az olan yeni bir ırk meydana gelir.
Kurtlar, düşman olarak görmedikleri ve kendisine yiyecek sağlayan insanları, zaman içinde kendi sürülerinden birer birey olarak görmeye başlarlar. Aynı zamanda kurtlar, doğal olarak kendi sürülerini başka sürülere karşı korumaya meyillidirler. O yüzden insanları kendilerinden daha vahşi olan kurtlara karşı korumaya başlarlar.
Böylece insanlarla evcil kurtların yani köpeklerin arasındaki dostluk bağı başlamış olur.
Köpekler insanları korur, insanlar da köpekleri besler ve bu iş birliği binlerce yıl boyunca devam eder.
Zaman içerisinde diğer hayvanların da evcilleştirilmesiyle köpeklerin görevleri arasına hayvan sürülerini korumak da eklenir. Böylece çoban köpeklerinin çağı başlamış olur.
Köpeklerin evcilleştirilmesi ile geceleri artık huzurla uyuyan insanlar, buzulların erimesinden sonra da sulak ve yeşil alanlara yaşam alanları inşa etmeye başlarlar. Bazı hayvanları sürüler hâlinde yanlarında tutarlar ve hızla çoğalmaya başlarlar.
Hayat, eskiye göre daha kolay bir hâl aldığı için artık yaşlı insanlar topluma yük olmaktan çıkar ve daha çok değer görmeye başlarlar. Toplum, yaşlıların bilgeliğinden daha çok istifade etmeye başlar ve bilgi birikimi arttıkça insanlığın gelişme hızı da artar.
Evet, gerçekten de insanlığın medenileşmesini; değişen mevsime, cana yakın kurtlara ve yaşlılara edilen hürmete borçluyuz.
İnsanlar bir yerde sabit kalmaya başlayınca etraflarındaki doğanın mevsimsel değişimini de daha iyi analiz etmeye başladılar. Meyve yedikten sonra çekirdeğini rastgele bir yere atıyorlardı ve ertesi sene aynı yerden, aynı tipte bir ağacın çıktığını görüyorlardı. Kısa süre içerisinde aradaki bağlantıyı fark ettiler. İnsanlar, yavaş yavaş çekirdekleri ve tohumları kullanmayı öğrendiler. Topladıkları çekirdekleri ve tohumları toprağa saçmaya başladılar. Daha sonra fark ettiler ki toprağın içine karışan tohumlar daha verimli ürün çıkarıyordu. Zamanla belki deneyerek belki de tesadüf eseridir bilmiyoruz, suyun ve hayvan dışkılarının da tohumların daha fazla verim vermesini sağladığını fark ettiler.
Dünyayı baştan aşağı değiştirecek olan tarım devrimi de işte böylece başlamış oldu.
Daha önce yüz binlerce yıldır hayatta kalmak için sürekli av hayvanı kovalayan ve yırtıcı hayvanlardan kaçan insanlar, artık yiyecek sıkıntısı çekmeden rahatça çoğalıp gelişmeye, düşünüp fikir üretmeye, bilim ve teknoloji geliştirmeye başladılar.
Artan nüfusla birlikte çözmeleri gereken sorunlar da arttı elbette. Bu kadar fazla insan bir arada nasıl yaşayacaktı? Bu insanları kim yönetecekti? Bu insanlar hangi kurallara uyacaktı ve bir arada yaşamanın getirdiği sorunlar nasıl çözülecekti?
Eskiden en büyük problem, hayatta kalmaktı ve insanlar, kendi içlerindeki problemleri daha büyük problemler sebebiyle arka plana atıyorlardı. Peşinizde bir aslan varken kuzeninizin sizden çaldığı obsidyen taşını büyük babanıza şikâyet etmeyi düşünmezsiniz, değil mi? Lakin sabit bir eviniz varken kışın yemek için ayırdığınız ineğin bir başkası tarafından çalındığını gördüğünüz zaman bu duruma seyirci kalamazsınız.
İnsanların yerleşimler kurması ve nüfuslarının artması, sadece kendi içlerinde problemler çıkmasına sebep olmadı. Farklı insan gruplarıyla da aralarında problemler çıkmasına da sebep oldu.
Kışın ortasında muhtaç oldukları sürü hayvanlarını ani bir hastalık sebebiyle kaybeden kabile dağın diğer tarafındaki başka bir kabilenin sürü hayvanlarına göz koymaya başladı çünkü insan aç kaldığında hiçbir kural tanımazdı.
Sık sık meydana gelen bu çatışmalar; insanların arasındaki güvenlik, yönetim ve organizasyon ihtiyacını öncelikli hâle getirdi.
İnsanlar, kendi özgürlüklerinden ve özgürce yaşadıkları hayatlarından bir parça koparıp verdiler ve bu fedakârlığın karşılığında güvenlik elde ettiler.
Eğer bir toplumda güçlü olanlar daha güçsüz olanların malını yağmalarsa o toplumda sadece birkaç güçlü kişi ayakta kalmayı başarabilir. Böyle bir toplum dışarıya karşı asla güçlü kalamaz. Başka bir toplum, insanlar arasındaki güvenliği sağlarsa organize bir hâlde diğer klanlara saldırıp hükmü altına alabilir.
İnsanlar arasında bu gelenekselleşen organizasyonlar, yüzyıllar içerisinde devletlere dönüşmüştür.
Elbette konu yönetime gelirse bunu dinî inançlardan ayırmak mümkün değildir. İnsanların hayatına ve düşünce biçimlerine yön veren dinler, elbette ki yönetim şekillerine de doğrudan müdahale etmiştir. Din yetkililerinin desteğini alan yöneticiler, halk üzerinde her zaman daha fazla otoriteye sahiptirler. Bu dönemde devletler, meşruiyetlerini ispat etmek için inançlara dayanmak veya o inançlarla bütünleşmek zorundadır.
Sabit yaşamın ve tarım devriminin ortaya çıkışından sonra ticaret de önemli bir hâl almaya başlamıştı. Eski zamanlarda ticaret, insanlar arasında küçük ölçekli olarak yapılıyordu ancak bir süre sonra ticaretin çeşidi ve boyutu da arttı. İnsanlar geliştikçe sayıları ve güçleri arttıkça çeşit çeşit bitki tahıl, gıda ve değerli eşya üretmeye başladılar.
Arazilerin ölçülmesi ve çeşitlenen ticaretin kayıtlarının tutulması gittikçe karmaşık bir hâl almaya başladı ve insanların zorlanmadan aklında tutabileceği kadar basit meseleler olmaktan çıktı. Hatırlamanın daha kolay olması için insanlar işaretler kullanmaya başladılar ve böylece yazı da icat edilmiş oldu.
Yazı, haberleşmeyi ve bilgi transferini hızlandırdı. Hemen arkasından ölçü birimleri ve basit matematiksel işlemler icat edildi. Bilgi arttıkça hayat kolaylaştı, şehirleşme arttı ve böylece insanlar daha kalabalık, daha karmaşık toplumlarda yaşamaya başladılar. Zincirleme bir reaksiyon ile yeni kanunlar, yeni uygulamalar ve farklı hayat tarzları doğdu.
Mesela eskiden gökyüzünü uzun uzun inceleyip gök cisimlerinin hareketlerini kaydedecek, bu hareketlerin üzerinde akıl yürütecek ve bunlardan sonuçlar çıkaracak insanlar yoktu ancak zamanla böyle bir sınıf ortaya çıktı. Elbette bu sınıfın tamamı din yetkililerinden oluşuyordu çünkü bilinmezlik içeren her şey, din yetkililerinin doğrudan ilgi ve hüküm alanıydı.
Tarım ve şehirleşme, zaman içinde insanların din algısında da değişikliklere yol açtı. En basit hâliyle tahılla yapılan ekmeğin “kutsal” sayılması bu dönemde ortaya çıkar çünkü ekmek, o dönemde en önemli besin kaynağı hâline gelmişti ve dolayısıyla tanrıların en büyük nimetiydi. Tarımın icadını gerçekleştiremeyen toplumlar, ekmeğin farkında bile değildi ancak tarımı icat eden toplumlarda ekmek çok büyük kutsallık örneğiydi. İnsanların yaşam biçimleri inançları; inançlar da insanların yaşam biçimlerini etkiliyordu.
Diğer yandan, eskiden beri var olan doğa ruhları, zaman içerisinde kişilik kazanmaya başladı. Gökyüzünü inceleyen toplumlarda bu kişilik kazanan doğa ruhları, yıldızlarla özdeşleştirildi.
Hayat tarzları ile birlikte inançlar da yavaş yavaş değişiyordu.
Tarım, ticaret, devlet, gökyüzü ve sosyal kurallar… Bunların her biri kaçınılmaz olarak inancın kapsamına girdi. Gökyüzündeki Ay, Güneş, yıldızlar ve bunların hareketleri; yalnızca takvimler ve hesaplar ortaya çıkarmadı, inançlar üzerinde de çok radikal değişimler yarattı. Hatta yıldızlar ve gök cisimleri o kadar çok önem kazandılar ki birçok yerde tapınaklar aynı zamanda gözlem merkezi hâline dönüştü.
İnsanlar yıldız kaymalarına, Ay tutulmalarına, Güneş tutulmalarına ve gökyüzündeki irili ufaklı bütün hareketlere çok derin anlamlar yükledi. Artık tanrılar yeryüzünden gökyüzüne taşınıyordu.
Şehirler gelişip büyüdükçe aynı oranda o şehirleri yöneten hükümdarların da gücü arttı. Hükümdarlar zaman içerisinde etraftaki şehirleri de hükümleri altına alarak büyük devletler, hatta imparatorluklar kurmaya başladılar.
Mezopotamya’da Anadolu’da Mısır’da Hindistan’da ve Çin’de insanlık tarihinin ilk büyük imparatorlukları kuruldu.
Dünyanın ilk devletleri, büyük ve gelişmiş şehirler üzerinde kurulurken insanlık tarihinin tam da bu noktasında çok ilginç bir şey oldu. Dünyadaki diğer tüm devletler, şehirlerin içerisinde barınan kalabalık insan gücünün ve tarımsal ekonomik gücünün üzerine kuruluyken Asya’nın geniş bozkırlarında atı evcilleştirmiş ve son derece sıkı organize olmuş göçebe bir millet de büyük bir devlet kurmayı başarmıştı.
Kimdi bunlar?
Yay çekip ok atan; at üstünde doğup, at üstünde göç edip, at üstünde savaşan, tarım yapmayan ve büyük şehirler kurmayan bu insanlar, nasıl oldu da büyük imparatorluklar kurabildiler?
İmparatorluklar kurmak için çok kalabalık nüfusa sahip olmak gerekir ancak bu insanların nüfusu çok azdı. İmparatorluklar kurmak için sabit ve geniş ekonomik imkânlara sahip olmak gerekir ancak bu insanların hayvancılıktan başka doğru düzgün sabit gelir kaynağı yoktu.
Nasıl oluyordu da azıcık nüfuslarıyla etraflarındaki devletlere üstün gelmeye, onlarla savaşıp bu savaşları kazanmaya ve kendi varlıklarını dünyaya dikte etmeye güç yetirebildiler?
İnsanlığın erken tarihinde, büyük şehirlere dayanmadan büyük imparatorluklar kuran başka bir millet daha yoktur. Bu millet, insanlık tarihinin tam anlamıyla istisnasıdır. Bu göçebe devlet, yüzlerce farklı kabilenin bir araya gelerek oluşturduğu konfederasyonlar şeklindeydi. Böyle bir şeyin ne kadar zor olduğunu tahmin edebiliyor musunuz?
Yüzlerce farklı boyu bir araya getirip tek bir yönetime biat ettirmek, tek bir kurala bağlı kılmak ve gerektiğinde tek bir düşmana yönlendirip savaştırmak, herhalde o dönemde düşünülebilen en zor şeydi. Üstelik tarım yapıp da yüksek gıda kaynaklarına sahip olmadan…
İmkânsız gibi ancak bir şekilde gerçekleşiyordu işte. Yüzlerce farklı boy birleşebiliyordu.
Evet, bu birleşmenin çok fazla kan akıtılarak kurulduğunu tahmin etmek zor değil. Dünyanın geri kalan milletleri, bozkırlardan gelen bu göçebe savaşçılardan her ne kadar korksa da aslında bu göçebe savaşçılar en fazla birbiri arasında savaşır ve birbirinin kanını dökerlerdi.
Bu onları zayıflatır mıydı? Hayır, tam aksine bu iç savaşlar, onların teşkilatlanmasını daha sıkı ve daha sağlam bir hâle getirirdi. Böylece uzun ve kanlı savaşlardan sonra ortaya çıkan ittifak delinmez, esnemez ve kırılmaz bir güç hâlini alırdı. Üstelik bu iç mücadeleler en sert, en güçlü ve en akıllı savaşçıların hayatta kalmasını sağlıyor ve böylece bu milleti nesilden nesle daha sağlam hâle getiriyordu.
Bu milleti daha sonra detaylıca anlatacağız. Şimdi dönelim medeniyetin gelişimine…
Farklı devletlerin kurulması ve karmaşık yapılar inşa edilmesi, zaman içerisinde farklı yönetim biçimlerinin de ortaya çıkmasına sebep oldu. Bazı yerlerde din insanları hükümdarlara baskın geliyor, bazı yerlerde çiftçilerin vergisi daha farklı alınıyor, bazı yerlerde de madencilikle ve zanaatla daha çok uğraşılıyordu. Bütün bunlar, bölgelerden bölgelere, farklı sistemlerin oluşmasına sebep oldu. Tam da bu noktada kuralları bozan bir başka milletten bahsetmemiz gerekiyor.
Orta Asya’nın göçebe savaşçıları, nasıl ki şehirlere dayanmadan bir imparatorluk kurup kuralları hiçe saydıysa bir başka millet de yönetim biçimleri konusunda bütün kuralları hiçe saydı ve yepyeni bir düzen kurdu. Sadece yönetim biçimlerini de değil, hayata bakış açısını tamamen değiştirdiler.
Bu milletin ismini bugün her ne kadar “Antik Yunanlar” olarak bilsek de esasında bu milletle günümüzde yaşayan Yunanların ne ırksal ne de kültürel olarak alakaları vardır. Velhasıl, Antik Yunanların ortaya koyduğu şeyler, millî bir kültürün değil, çok kültürlü bir ortamın neticesiydi.
Peki, bunlar kuralları nasıl bozdular?
Sanılanın aksine Antik Yunanlar sadece Yunanistan’da değil, Anadolu’nun batısında da yaşıyorlardı. Ayrıca Karadeniz kıyılarına ve Mısır kıyılarına da koloniler kurmuşlardı. Bir zaman sonra ilginç bir şekilde hükümdarlarının otoritelerini sorgulamaya başladılar. Kendilerine yeni yönetim biçimleri ve yeni hayat algıları aramaya başladılar. Nihayetinde büyük ölçüde başarılı da oldular.
Antik Yunan coğrafyasında diğer ülkelerden farklı olarak mutlak monarşiler pek fazla tutunamadı. Bunun yerine demokrasi gibi sistemleri icat ettiler. Hatta düşünürler “ideal devlet” sisteminin nasıl olması gerektiğine dair uzun uzun felsefeler kurmaya başladılar. Bu durum, başka toplumların hayal bile edemeyeceği bir özgürlüktü. Ayrıca burada yaşayan insanlar, tarihte ilk kez, kendilerine öğretilen dinî değerlerin haricinde bir düşünceyle doğayı anlamaya çalıştılar.
Peki, bunu nasıl başardılar?
Bu düşüncelerin sebebi ekonomik zenginlik miydi?
Hayır. Antik Yunanlar, Mısır uygarlığının ulaştığı zenginliği rüyalarında bile göremezler. Bazı insanlar, Antik Yunanların kölelere sahip olduğunu, bütün işleri kölelerin yaptığını ve böylece vatandaşların da fazlasıyla boş vakte sahip olup bu boş vakitlerde de bol bol düşünce ürettiklerini iddia ederler.
Hayır. Bu kesinlikle yanlış bir düşüncedir. Söz konusu kölelik sistemi ise hiç kimse Mezopotamya’daki devletlerle yarışamaz. Antik Yunanların toplam nüfusunu beş ile çarpsanız bile Mezopotamya’daki devletlerin köle sayılarına asla ulaşamazsınız.
Peki, neden? Nasıl oldu da bunu başarabildiler?
Aslında cevap çok basit.
Hayatınızda ne kadar çok farklı insanla tanışırsanız ve ne kadar çok farklı düşünce biçimi duyarsanız, sizin düşünce dünyanız da o kadar genişler. Düşünen insan sayısı arttıkça yönetimde söz sahibi olmak isteyen insan sayısı da o kadar artar. İşte Antik Yunan’da demokrasinin ortaya çıkışı tam olarak böyle olmuştur. Herkes yönetimde söz sahibi olmak istemiş ve herkese yönetimde söz hakkı verilmiştir.
Antik Yunanlar diğer devletlerden farklı olarak bir deniz ve kıyı uygarlığıdır. Ticaret yapmak için Akdeniz’in her yerinden sayısız milletten, sayısız görüşten ve sayısız kültürden insanlar buraya geliyordu. O kadar farklı insanın bir araya gelmesi, kaçınılmaz olarak farklı düşüncelerin de bir araya getirilip konuşulmasına sebep oluyordu.
Yönetim alanındaki farklı düşünceler, aslında ortaya çıkan düşüncelerin çok küçük bir kısmıdır. Antik Yunan’da hayatın hemen hemen her noktası sorgulanıyor ve hayatın her noktasında yeni fikirler üretiliyordu.
Böyle bir ortamda Ege’nin iki farklı kıyısından gelen iki adam, oturup sohbet etmeye ve dünyada var olan olayların tanrısal kaynaklı olup olmadığını sorgulamaya başladılar:
“Gemilerimiz fırtınaya yakalanıyor ve mallarımız denizin dibine gidiyor. Fırtına tanrısına sürekli kurban veriyoruz ancak bu durum hiç değişmiyor.”
“Evet, bizim kız da kocasıyla hiçbir şekilde anlaşamıyor. Kocasının kendisini sevmediğini düşünüyor. Bu durumu çözmek için aşk tanrısının tapınağına elinde ne var ne yoksa kurban verdi ancak hiçbir şey değişmedi.”
“Bizler her şeyi tanrılardan biliyoruz. Peki ya, başka sebepler yüzünden ortaya çıkıyor olamazlar mı?”
“Hayır. Tanrıların varlığı kesinlikle inkâr edilemez bir gerçektir. Etrafına bak! Tüm bu olayları kim yapıyor?”
“Pekâlâ, onların varlığını kabul edelim ancak belki de onları işin içine katmadan da farklı sebepler bulabiliriz. Belki de bazı konulara karışmıyorlardır ve olan olayların bambaşka sebepleri vardır. Bu sebeplerin neler olabileceğini düşünelim.”
“Peki, nasıl? Mesela yağmurun yağışını tanrılarımız olmadan nasıl izah ederiz ki?”
“Bilmiyorum.”
“Peki deprem? Tanrılardan başka hangi kuvvet yeri sarsacak kadar güçlü olabilir ki? Yeri yerinden oynatan fırtınalar çıkaran şey, tanrılardan başka ne olabilir ki? Dünya, tanrıların öküzünün boynuzları üzerinde duruyor. Öküz kafasını sallayınca deprem oluyor. Bu bize tapınakta öğretilen şey. Bundan başka nasıl bir sebep arayabiliriz ki?”
“Tamam. Bunları bize tapınakta öğrettiler ve herkes buna inanıyor ancak gel seninle başka sebepler arayalım. Sorunlarımızın hepsine değilse bile en azından bazı olaylara sebepler bulabiliriz. Mesela belki de senin kızın kocası gönlünü başka birisine kaptırmıştır ve bunda aşk tanrısının hiçbir rolü yoktur. Yağmurların yağması, tıpkı tencerede bir çorba yaptığımızda çıkan buharın, tencere kapağının üzerinde damlalar oluşturması ve tekrar içerisine düşmesi gibi bir şeydir. Olamaz mı?”
“Ne yani? Tencerenin içerisinde olan olaylarla dünyanın tamamında olan olaylar aynı şekilde mi oluyor? Aynı kurala mı bağlı?”
“Neden olmasın ki?”
“Bunları kanıtlayamayız.”
“Evet, belki kanıtlayamayız. Belki de ileride kanıtlanır ancak bu düşünmemize engel değil. Hadi düşünelim. Tüm sorunları çözmemize gerek yok. Belki birkaç tane soruna cevap bulabiliriz.”
“Peki düşünelim. İşe soru sorarak başlayalım. Dünya öküzün boynuzları üzerinde duruyorsa peki öküz neyin üzerinde duruyor? Hadi onun ne olduğunu bulduk diyelim, peki o şey neyin üzerinde duruyor?”
“Çok doğru. Öküz meselesi bir cevap değil. Sadece problemi ileriye atıyor. Bence bu düşünce biçimi tamamen yanlış.”
O sırada hemen yanı başındaki suyun içerisinde hareketsiz duran bir balık gördü ve birden aklına bir fikir geldi:
“Bence Dünya boşlukta duruyor.”
“Buna inanmalı mıyım?”
“Hayır. Bu söylediğime kesinlikle inanma. Bu sadece bir fikir. Bunu kanıtlamaya veya çürütmeye çalışalım. Sen de ortaya bir fikir at. Amacımız sadece ve sadece doğruyu bulmak olsun. Ortaya attığımız fikirleri acımasızca eleştirelim ve sürekli olarak mantık çerçevesinde kanıt arayalım.”
İşte bilim de böylece icat edilmiş oldu.
Bilim nedir? Ortaya bir fikir atarsınız ve bu fikri destekleyecek veya çürütecek kanıtlar ararsınız. O fikir hakkında yüzlerce kanıtınız olabilir ve bu durum sizi gerçeğe yaklaştırır. Ancak bir tane bile aksi yönde kanıt olursa o fikir çürümüştür ve artık yeni bir fikre ihtiyacınız vardır.
Bilim hiçbir zaman mutlak gerçeği bulduğunu iddia etmez. Bilim, yanlışları ortaya çıkarıp eler ve böylece gerçeğe sürekli daha da yaklaşır.
Peki, bu ne demek?
Dinler yanlış mıdır?
Yoksa bilim küstah mıdır?
Bilim mi yoksa din mi haklıdır?
Evet, bilimin ortaya çıkışı, inanca karşı alternatif bir bilgi kaynağı oluşturmak içindi ancak bu durum bilimin inanca düşman olduğu sonucunu doğurmaz. Özellikle günümüzde, bilim ile dinin çatışması sürekli olarak tartışılmaktadır ancak bunları çatıştırmaya gerek yoktur.
Din, insanın manevi ve ruhsal yolculuğuna yönelik bir rehberdir. Bilim ise dünyada olan olayları kanıtlara dayanarak açıklamaya çalışan bir yöntemdir.
Eğer aradaki bu ince çizgiyi koruyabilirsek, din ve bilim çatışmayacaktır.
Bir örnekle açıklayalım.
Örneğin, yağmurun yağması meselesi: Su buharlaşır ve belirli bir yüksekliğe çıkar. Yükselen bu su buharı, soğuk hava dalgası ile karşılaştığında buhar tanecikleri büzüşür ve bir araya gelerek damlacıkları oluşturur. Bu damlacıklar yer çekimine yenik düşer. Yağmur böyle yağar.
Ateistler, bu durumun tamamen tesadüf eseri oluştuğuna inanabilir. Dindarlar ise bu süreci tanrının tasarlayıp yönettiğine inanabilir.
Bu iki görüş de bir yorumdur ve yağmurun yağma şeklini açıklayan bilimsel gerçeklikten bağımsızdır.
Bilim, doğada olan olayı tarif eder. İnanç veya inançsızlık ise bunun nasıl ve neden olduğunu, kim tarafından yapıldığını sorgular. Eğer bilime ve dine bu şekilde bakarsak, bilim ve din hiçbir zaman çatışmayacaktır. Bilim hakkında esas önemli olan şey, bir şeyleri bilmekmiş gibi gözükebilir ancak bu bir süreçtir. Önemli olan elde ettiğimiz bilgileri kullanarak neler yapabileceğimizdir.
İşte tam da bu noktada teknoloji ortaya çıkıyor. Teknoloji, bilimin bize verdiği bilgilerin uygulanabilir hâlidir.
Teknoloji ciddi anlamda kendisini kullanan ve geliştiren milletlere inanılmaz derecede güç vermiş ve katkı sağlamıştır.
Normalde Antik Yunan şehirleri az nüfuslu, bölünmüş, fazla organize olamayan ve diğer milletler gibi büyük imparatorluklar kuramayan bir yapıdır. Ancak yine de son derece çetin savaşlar vererek çok farklı coğrafyalarda koloniler kurmayı başarmıştır. Bunları yapabilmesinin temel sebebi şüphesiz ki bilimde ve teknolojide ilerlemiş olmasıdır.
Evet, Antik Yunan’ın yayıldığı coğrafyayı fazla büyük olarak görmeyebilirsiniz ancak Antik Yunanlar gibi bölünmüş, parçalanmış, sürekli kendi içerisinde didişen milletler; bırakın farklı coğrafyalara gitmeyi, birkaç yüzyıl boyunca ayakta kalmayı bile başaramazlar. Onlar ise ayakta kalmayı başarmışlardır ve bunu bilime borçludurlar.
Örneğin, Mezopotamya kökenli büyük gemilerden ve kalabalık savaşçılardan oluşan bir deniz filosu, Antik Yunanların sularına girip Yunan şehirlerini yağmalamak isterler. Bu dev gemilerin yüzlerce kürek çeken kölesi vardır. O dönemde kürek çeken köleler çok önemlidir çünkü gemilerin bütün hızını ve manevrasını bu köleler sağlar. Yunanların ise o kadar büyük ve güçlü gemileri yoktur. Çok fazla kürekçi köleleri de yoktur. Bir kovalamaca esnasında akıntıya karşı hareket edildiği hâlde, Yunan gemileri diğerlerinden daha hızlı ve daha çevik hareketler ederler ve bu hareketler sayesinde diğer gemileri alt etmeyi başarırlar.
İşgalciler yenilgiyi kabul eder ve geri çekilirler.
Peki, savunmacılar bunu nasıl başardı dersiniz?
Bu örnekteki olay elbette ki yaygın bir davranış değil ancak yine de Antik Yunanlardaki durumu anlamanız için son derece isabetli bir örnektir. Antik Yunanlar daha önce o sularda denizin altında ters bir akıntı olduğunu fark ediyorlar ve bunu teknoloji yardımıyla kullanmaya başlıyorlar. Gemilerden suyun altına doğru bazı ağırlıklar sarkıtıyorlar ve ters akıntıya kadar ulaştırıyorlar. Ters akıntı bu ağırlıklara baskı uygulayıp ağırlığın bağlı olduğu gemi çekmeye başlıyor. Böylece, akıntıya karşı hareket etmelerine rağmen hızları artıyor.
Antik Yunanlar doğanın mekanizmalarını anlayıp bunları kendi lehlerine kullanmakta çok başarılıydılar.
Bir başka savaşta, bir ada üzerine inşa edilmiş kale, denizden gelen istilacılar tarafından tehdit ediliyordu. Çok fazla sayıda istilacı gemisi vardı ve normal bir savaşta adadaki savunmacıların kazanmasına imkân yoktu ancak onlar yine doğadaki güçleri teknoloji sayesinde kullanmayı bildiler. Güneşten gelen ışınları birçok ayna kullanarak tek bir noktaya odaklamayı başardılar ve düşman gemilerini uzaktan ateşe verdiler. İstilacılar bunun ölümcül bir büyü olduğunu düşündü ancak aslında ortada sadece bilgi ve teknoloji vardı.
Antik Yunanlar, dünyada ilk defa dinî bir kaynak veya askerî ihtiyaç dışında bir okul açıp gençlerin dünyaya bakış açısını değiştirmek için felsefe okulları kurdular.
Bozkırlarda acımasız atlı savaşçılar gezerken Ege kıyılarında felsefe ve bilim konuşulurken ve Uzak Doğu’da günlük hayatı kolaylaştıracak küçük ve basit icatlar yapılırken dünyanın göbeğinde, Mezopotamya ve çevresinde ise inanç fırtınaları kopuyordu.
Anadolu’da Urfa şehrinden çıkan “İbrahim” adında bir adam, toplumun içinde bulunan bütün inançları reddediyordu. Her önüne gelenin bir şeyleri tanrı ilan ettiği, hatta kendilerini tanrı ilan ettiği bir ortamda İbrahim sayesinde yepyeni bir tanrı algısı doğuyordu.
O döneme kadar tanrı demek, insanüstü güçlere sahip herhangi bir varlık demekti. Doğa ruhları insanüstüydü mesela. Yangınlar, fırtınalar, depremler, gökteki Ay ve yıldızlar, hatta krallar bile hepsine birer tanrı olarak tapılıyordu. İbrahim ise daha büyük, daha güçlü, daha kapsamlı ve daha derin bir tanrı kavramından bahsediyordu.
İbrahim öyle bir tanrıdan bahsediyordu ki o güne kadar bahsedilen tanrıların hepsinden daha farklıydı. Ancak İbrahim’in büyük tepkiler almasının nedeni farklı bir tanrıya inanması değildi. Zaten ortalıkta sayısız farklı tanrı ve sayısız farklı inanç vardı. İbrahim’in tepki almasının sebebi, inandığı tanrının çok ancak çok farklı özelliklere sahip olması ve diğer bütün tanrı inançlarını yok etmesiydi.
İbrahim’in inandığı tanrı; doğurmamış, doğrulmamış, başlangıcı ve sonu olmayan, hiçbir şeye muhtaç olmayan ve insan aklının alabildiği her şeyi kapsayan bir tanrıydı. Öyle bir tanrıydı ki kendisinden başka hiçbir tanrının varlığı, onun yanında söz konusu olamazdı. Bu, diğer inançlar ve diğer tanrılar için çok büyük bir tehditti. Ayrıca işin ucu tanrı kralların reddedilmesine kadar gittiği için siyasi olarak da son derece tehlikeli idi.
İbrahim, korkusuzca inancını yaymaya başladı. Diğer bütün inançları ve bunların bağlandığı sahte tanrıları hedef tahtasına koymuştu. İbrahim, özellikle de belirli şekiller verilmiş olan heykellerde sembolleştirilmiş tanrılara ve inançlara karşıydı. Bu inançları “putperestlik” olarak nitelendiriyor ve kişiselleştirilmiş olan tanrılara tamamen karşı çıkıyordu. Sözleri ve ortaya koyduğu yeni inanç biçimi çok etkiliydi. Böyle bir inancın önünde hiç kimsenin durması mümkün değildi.
İbrahim, yaşadığı bölgedeki halkı ayrıştırmaya ve siyasi otoriteye meydan okumaya başlayınca ülkenin kralı otoritesini göstermek için İbrahim’i hemen tutuklattı ve idama mahkûm etti.
Söz konusu inanç tarihi olduğu zaman tarihî verilerle insanların nesilden nesle sözel olarak aktardığı bilgiler birbiri ile tamamen karışır ancak kesin olarak emin olduğumuz bir şey var ki İbrahim ateşe atılarak gerçekleştirilen idamdan kurtulmayı başardı ve Orta Doğu’nun farklı yerlerine seyahat ederek inancını yaymaya başladı.
İbrahim’in getirdiği en büyük yeniliklerden bir tanesi de insanları kurban etme geleneğini tamamen yıkmasaydı. İbrahim, onun yolundan gidenlere insan kurban etmeyi tamamen yasakladı ve bunun yerine hayvan kurban etmeye yönelmelerini öğütledi. İnsanoğlu tanrılarını memnun etmek için binlerce yıldır akla gelen veya gelmeyen her şeyi kurban olarak veriyordu. Şüphesiz ki en büyük kurban da insanın kendi canını kurban etmesidir.
Tam da bu noktada üzerinde durmamız gereken önemli bir nokta daha var.
O güne kadar kurban edilen her şey ancak her şey tamamıyla tanrılara aitti ve asla dokunulmazdı. Ancak İbrahim, hayvanları kurban ettikten sonra söz konusu kurban etinin misafirlere, fakirlere ve kurbanı kesen ev halkına dağıtılmasını emretti. Bu önemsiz bir ayrıntı olarak görülebilir ancak aslında ekonomik olarak çok büyük bir avantajdır çünkü insanlar inançları gereği elde ettikleri kazancın büyük bir kısmını kurban vermeye, tanrıları memnun etmeye adıyorlardı. İbrahim’in verdiği bu yeni emir sayesinde, insanlar çok daha fazla miktarda besin kaynağı elde etmiş oldular. Fakir, ötelenmiş ve ezilmiş bir grup için son derece değerli bir kaynak…
İbrahim ve ondan sonra gelen, tek ve sonsuz bir tanrıya inanmayı öğütleyen peygamberler, geçmiş çağın kurban ritüellerinin hemen hemen hepsini tamamen tarihten sildiler. Geriye sadece iki çeşit kurban kaldı. Bunlardan bir tanesi hayvan kurban etmek, diğeri ise “sünnet” ibadetiydi.
Evet, “sünnet” insanoğlunun ortaya çıktığı zamanlardan kalma, köklü ve derin bir kurban ibadetidir. Kökü, Antik Mısır’dan Sümerlere kadar uzanır. Sünnet geleneğine göre erkekler cinsel organlarından bir parçayı kesip onu inandıkları tanrı için kurban ederler. Bu ibadet erkeklikten, güçten ve en dokunulmaz olandan yapılan bir fedakârlıktır ve son derece değerlidir.
Çok eski zamanlardan beri Orta Doğu’da uygulanan bu ibadet, bugün bile hâlen devam etmektedir. Ancak Hristiyanlığı bunun dışında tutmak gerekir. Hristiyanlık, başka milletlere yayılabilmek için özündeki birçok ritüeli, geleneği ve ibadeti bir kenara bırakmıştır.
Örneğin; kadınların örtünmesi, içki içmenin ve domuz eti yemenin yasak olması, terk edilen bu uygulamalardan birkaç tanesidir. Sünnet de aynı bunlar gibi daha fazla kitleye ulaşmak için terk edilmiştir.
Sanılanın aksine tek tanrı inancı Orta Doğu’ya İbrahim peygamberle birlikte tamamen hâkim olmamıştır. İbrahim peygamber bir kapı açmış ve onun yarattığı büyük etki çağlar boyunca dalga dalga yayılmıştır.
Tek tanrı inancının ilk defa kitlelere baskın bir şekilde hâkim olması, hatta devlet dinî hâline gelmesi; İran’ın Antik Mitra dininin ve Mısır’ın “Aten” dininin kökenlerine kadar uzanır. Mitra; Antik İran’da her şeyi duyan, her şeyi gören ve her şeyi bilen bir tanrıydı.
Zaman içerisinde Mitra dinine inanan kişiler diğer bütün tanrıları bırakıp bu her şeyi bilen ve her şeyi gören, her şeye gücü yeten tanrıya tapmaya başladılar. Mitra her şeyi gördüğü ve her şey bildiği için bütün anlaşmaların ve sözleşmelerin şahidi ve tasdik edicisi olarak anılırdı. Bugün bile hâlen Orta Doğu’da evlenen kadınlar, erkeklerden “mehir” adı verilen bir teminat isterler. Mehir kelimesinin kökeni, tahmin edilebileceği üzere Mitra’ya dayanır. Yine aynı şekilde, Orta Doğu’da anlaşmaları ve sözleşmeleri tasdik etmek için kullanılan “mühür” kelimesi de buradan türemiştir.
Mitra’nın ismi, ilk kez milattan önce 1400 yılında Hititlerin imzaladığı bir anlaşmada sözleşmenin şahidi ve tasdik edicisi olarak geçmektedir. Mitra dini, Orta Doğu’da birçok farklı varyasyona dönüşmüş, birçok farklı coğrafyada ve birçok farklı tarzda görülmüştür. Diğer yandan, Antik Mısır’da görülen “Aten” tek tanrısı ise hakkında çok daha yalın bilgiler edinebileceğimiz, hiçbir şüpheye mahal vermeden tek ve mutlak tanrı olarak inanılan en eski yaratıcıdır. Bu anlamdan bakıldığı zaman, İbrahim peygamberin insanlara yaydığı tek ve sonsuz yaratıcı fikrine, Antik Çağ’da en çok uyan inanç, bu inançtır. Kim bilir, belki de Mısırlılara bu inancı öğreten kişi, İbrahim peygamber veya onun varisleridir.
Milattan önce 1300’lü yıllarda yaşamış olan Firavun 4. Amenhotep, iktidar olduktan sonra çok tanrılı düzeni yasaklamış, bütün tanrıları reddetmiş ve yalnızca tek bir tanrıya inanılmasını emretmiştir. Onun inandığı “Aten” her şeyi bilen, her şeyi gören, doğurmamış, doğurulmamış, kendisinden başka tapılacak hiçbir şey olmayan, mutlak ve sonsuz olan tek tanrıydı. Hatta bu firavun, daha sonra adını değiştirerek Akhenaton, yani “Aten’in Hizmetkârı” ismini kullanmıştır ve kendisine böyle hitap edilmesini emretmiştir.
İbrahim peygamberden sonraki birkaç yüzyıl boyunca tek tanrıya inanan insanlar birçok yerde bu inançlarını yaymak ve halka kabul ettirmek için uzun uğraşlar verdi. Kaçınılmaz olarak bu yeni inanç, çok fazla kanın dökülmesine ve kaosun ortaya çıkmasına sebep oldu. Uzun süren toplumsal çalkantılardan sonra kaçınılmaz olarak daha güçlü ve daha yalın olan inanç, yani tek tanrı inancı galip geldi.
Çok tanrılı inançlar ise yok olmaya veya kendilerini gizleyip tek tanrı inancının içerisinde bir “gelenek” olarak yaşamaya mahkûm oldu. Ancak bu süreç birkaç yüzyıldan çok daha uzun sürdü. Tek tanrı inancının Orta Doğu’ya ve çevresine tamamen hâkim olması, İbrahim peygamberden sonra 3000 yıl daha sürecekti.
3000 yıl boyunca devam eden acımasız mücadelelerden sonra Orta Doğu’nun yerli halkları tek tanrı inancı etrafında birleşmişti ancak Orta Doğu’nun iki yanında, iki kadim putperest imparatorluk hâlen varlığını sürdürmeye devam ediyordu ve tek tanrı inancını boğmak istiyordu.
Bu isteklerini ise hiçbir zaman hayata geçiremediler.
Talihin bir cilvesi olarak bu iki dev imparatorluk, iki peygamberin iki öğretisi sayesinde tarihe gömülmüştür.
Çok tanrılı Roma İmparatorluğu ve çok tanrılı Sasani İran İmparatorluğu’nun, her ikisi de çölden çıkan İsa peygamber ve Muhammed peygamberin inananları tarafından tarihten silinmiş, böylece putperestlik Orta Doğu’dan tamamen kazınmıştır.
İsa peygamber, hayatta olduğu süre boyunca çok fazla insanı kendine inandıramamıştı. Ona bütün bir ömrü boyunca yalnızca bir avuç insan inanmıştı. “Havariler” adı verilen bu inananlar, İsa peygamberden sonra onun dinini çok geniş coğrafyalara yaymak için dünyanın dört bir yanına dağıldılar ve kendi davalarını devam ettirecek öğrenciler yetiştirdiler. Bazı tarihçiler, Roma İmparatorluğu içerisinde yüzyıllar boyu var olma ve yayılma mücadelesi veren Hristiyanlığın, Roma’yı yıkmadığı; aksine daha da güçlendirdiğini söylemektedirler. Ancak Roma İmparatorluğu, Hristiyanlarla uzun müddet mücadele etmiş ve bu din mücadelesi, imparatorluğun temellerini kökünden sarsmıştır.
Roma, Hristiyanlıkla mücadelesini tamamen kaybetmiş ve bizzat imparatorun kendisi bile Hristiyan olarak İsa peygamberin heykelinin önünde diz çökmüştür.
Din tarihine burada biraz ara verip Roma’nın, insan medeniyeti içindeki yerine değinmek gerekiyor. Roma’dan bahsetmeden bir dünya tarihi yazılması mümkün değildir.
Roma İmparatorluğu, tarihin en uzun süreli imparatorluklarından birisidir ancak Roma İmparatorluğu’nu sadece hüküm süresi ile değerlendirmek yanlış olacaktır. Roma, Akdeniz çevresini tamamen ele geçirmiş ve burada dünyanın geri kalanından apayrı ve yerleşik bir kültür oluşturmuştur. İspanya’dan Anadolu’ya, İngiltere’den Mısır’a, Trakya’dan Fas’a kadar geniş bir bölgede; mimarisiyle, mühendisliğiyle, siyasal ve kültürel sistemiyle silinmez etkiler bırakmıştır.
Roma, Antik Yunan şehirlerinin icat ettiği kültür, felsefe, bilim, teknoloji, mühendislik ve sosyal eğitim sistemini almış; bunu kendine göre uyarlamış ve bünyesine kattığı bütün topraklara kusursuz olarak yerleştirmiştir.
Fransa’nın batı sahillerindeki şehirlerden, Suriye’nin Akdeniz kıyılarındaki şehirlere kadar daha önce görülmemiş büyüklükte bir coğrafyada; standart bir şehir planlaması, standart bir ekonomi, standart bir eğitim sistemi ve standart bir sosyal yaşam inşa etmiştir. Antik Yunan’dan aldığı medeniyet yapılarıyla Akdeniz çevresini tamamen kuşatmıştır. Bu standartlaştırma, Akdeniz çevresinde yaşayan milletlerin, dünyanın geri kalanından gelişmişlik açısından daha ileride olmasını sağlamıştır.
İşin zor ve takdire şayan yanı, bu yapıyı kurmak değil, bunu iki bin yıl boyunca yaşatmayı başarabilmektir.
Roma, eski çağların bitmek tükenmek bilmeyen kaos ortamına bir denge ve düzen getirmiştir.
İlk defa, çok geniş bir coğrafyada yaşayan sayısız milleti, bir standardın içine sokmuştur. İspanya’nın kuzeyindeki bir şehirle, Filistin çölündeki bir şehir; aynı sulama sistemine, aynı mimariye, aynı ekonomik sisteme, aynı eğitim sistemine ve aynı askerî yapıya sahip olmuştur.
Standartlaştırma, günümüzde olumsuz algılanan bir şeydir ancak o dönemin kaotik ortamına göre gelişmiş bir yapıyı standart hâline getirmek hem çok büyük bir başarı hem de toplumlara son derece faydalı bir uygulama olmuştur. Normalde, bir imparatorluğun sınırları genişledikçe imparatorluğun idaresi zorlaşır ve ömrü azalır ancak Roma, bunu tam tersine dönüştürmüştür. Ele geçirdiği bölgeleri, kendi kültürüne çok başarılı bir şekilde entegre etmiş, bunu da bu “standartlaştırma” sayesinde başarmıştır.
Roma, bilim ve teknolojide elde ettiği gelişmeleri doğrudan ordusuna da yansıtmış ve ciddi anlamda dünyanın en büyük savaş makinesini kurmuştur. Roma’nın eriştiği bu büyük ihtişam ve kudret, o kadar etkili olmuştur ki Roma’dan sonra birçok farklı millet, kendisini Roma’ya dayandırmış, kendisini onunla kıyaslamıştır.
İnsanlık tarihine Roma’dan daha fazla katkı yapmış şeylerden konuşacaksak, hiç şüphesiz ki Hristiyanlığa ve İslam’a değinmeden geçemeyiz.
Hristiyanlık Roma ile bütünleşmiş, Romanın temellerini sarsmış; Müslümanlık ise Roma’yı Orta Doğu’dan tamamen silmiştir.
Hristiyanlık dini, normalde Yahudiliğin içerisinden doğmuştur. İsa peygamber ortaya çıktığı zaman Yahudiliğin yozlaştığını ve öze dönülmesi gerektiğini söyleyip bu doğrultuda söylemler ortaya atmıştır. Ancak Yahudilik, kendi içerisinde çok sıkı bir din olduğu için Yahudiler İsa peygamberi kabul etmemişlerdir ve İsa peygambere hayatı boyunca yalnızca bir avuç insan inanmıştır. İsa peygamberden sonra havarileri birçok farklı yere dağılmış ve insanları İsa peygamberin yoluna çağırmışlardır.
Yahudilerin içerisinden taraftar bulamayan Hristiyanlık misyonerleri, doğal olarak başka milletlere yönelmiştir ve aradan geçen zaman içerisinde başka milletler arasında yayılma zemini bulabilmek için Yahudiliğin ve Hristiyanlığın özünden gelen birçok şey terk edilmiştir.
Hristiyanlık, özellikle Roma İmparatorluğu içerisinde çok şiddetli düşmanlık görmüştür. Romalılar Hristiyanlığı yıllar boyunca ezmiş ve yok etmeye çalışmıştır. Ancak Hristiyanlık, fakirler ve düşmüş kimseler arasında yavaş yavaş yayılmaya devam etmiştir.
O güne kadar görülmemiş bir şekilde Hristiyanlar, Roma içerisindeki fakir ve aciz insanları örgütlemeyi ve kendi dinleri altında birleştirmeyi başarmışlardır. Alt tabakanın insan yerine konup örgütlenmesi, o dönemler için inanılmaz olaylardır.
Roma tarihinde buna en yakın örnek, şüphesiz ki Spartaküs isyanıdır. Spartaküs, nasıl ki Roma’daki köleleri birleştirip organize etmeyi ve Roma’ya karşı savaştırmayı başardıysa Hristiyanlık da özellikle doğudaki fakir ve alt tabaka insanları birleştirip Roma’ya karşı bir duruş sergilemiştir.
Aradan geçen birkaç yüzyıldan sonra Hristiyanlık o kadar çok güçlenmiş ve o kadar çok yayılmıştır ki imparatorluk Hristiyanlığı resmî din olarak kabul etmek zorunda kalmıştır.
400 yıl önce Yahudilerin tahriki ile İsa peygamberi ölüme mahkûm eden Roma, artık Hristiyanlığın merkezine dönüşmüştür.
Hristiyanlık, Roma İmparatorluğu’nu içerden ele geçirmiş ve bütün temellerini sarsmış, daha sonra ortaya çıkan İslam dini ise Roma’yı Orta Doğu’dan askerî güç kullanarak atmayı başarmıştır ancak Roma’nın belini kıran ve yüzlerce yıllık imparatorluğu çöküş sürecine sokan esas darbe bambaşka bir yerden gelmiştir.
Romalılar, yüzlerce yıl boyunca kendilerinden olmayan diğer Avrupalı milletleri “barbar” yani vahşi olarak tanımlamıştı ancak bozkırların içerisinden bir “gazap ateşi” ortaya çıktığı zaman bütün işler değişti ve vahşilik kelimesi yeniden tanımlandı. Yüzyıllarca Roma’ya karşı savaşan Avrupa’nın “barbar” kabileleri bile bu gazap ateşinin karşısında Roma ile birlik olmak zorunda kalmışlardı.
Roma, o güne kadar karşılaştığı en barbar, en sert, en acımasız ve en kudretli düşmanla karşı karşıya geldi.
Bozkırlardan gelen göçebe savaşçılar, yüzlerce farklı boydan oluştuğu için tarihin farklı dönemlerinde, yüzlerce farklı isimle anılmışlardır. O dönemde Roma’ya saldıran bozkır savaşçıları ise isim olarak “Hun” kelimesini kullanıyorlardı.
Bu bozkır savaşçıları, İsa peygamberden sonra 700 yıl boyunca kendi isimlerine hiçbir yazılı anıt diktirmemişler ve kendi ağızlarından tarihe bir kayıt bırakmamışlardır. Bu yüzden onların tarihi hep farklı milletler tarafından, farklı nitelendirmelerle kayda geçirilmiştir.
Romalılar ilk defa “Hun” ismini, Hunların Karadeniz’in kuzeyindeki milletlere yaptıkları acımasız akınlardan duydular. O dönemde Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan ve Romalılar tarafından vahşi ve barbar olarak adlandırılan kavimler bile bu yeni gelen bela karşısında dehşete düşmüşlerdi. O kadar şiddetli bir saldırıya maruz kaldılar ki bu kabileler neyi var neyi yoksa toplayıp batıya doğru kaçmaya başladılar.
Hunlar, başta mevsimsel olarak devam eden daha sonra sıklığı ve şiddeti artan akınlarla, ekinlere dalmış dev bir biçerdöver gibi Avrupa’ya doğru yavaş yavaş ilerlemeye başladılar. Bu istila karşısında tutunamayan Avrupa’nın barbar milletleri, yüzyıllarca düşman olarak gördükleri Roma’ya sığınmaya başladı.
Bozkırlardan gelen savaşçılar, çok az nüfusa sahip olmalarına rağmen aşırı derecede hızlı, disiplinli ve acımasızca savaşıyorlardı. Her an her yerde ortaya çıkıp saldırabiliyor, göz açıp kapayana kadar ortadan kayboluyorlardı. Hunlarla savaşıp Roma’ya sığınan Gotlar, onların insan olmadığına inanıyorlardı.
Onlar ancak büyü yapan şeytanlar olabilirlerdi.
Yoksa kim böylesine inanılmaz bir hızla her yerde ortaya çıkıp dehşet saçabilirdi ki? Kim böylesine kalabalık orduların içerisine korkusuzca saldırıp da daha sonra hiç var olmamış gibi ortadan kaybolabilirdi?
Daha önce Avrupalı hiç kimse Hunlar gibisini görmemişti.
Bozkırlardan gelen gazabın gölgesi Avrupa’nın üzerine düştüğünde, sayısız kabile ve millet Roma topraklarına mülteci olarak sığındı. Romalılar bu mülteci yükünü kabul etmek istemeseler de sınırlarına akın eden sayısız mülteci ile baş edemediler ve onları ülkelerine gönüllü olarak alıp belirli yerlere yerleştirmek zorunda kaldılar.
Ülkenin çeşitli yerlerinde yerleştirilen bu kabileler, elbette ki kısa süre içerisinde entegre olamadılar ve sosyal huzursuzluklar ortaya çıktı. Kısa zamanda yer yer çatışmalar başladı. Şehirlerde asayiş bozuldu; hırsızlık, yol kesme ve haraç olayları arttı. Birçok yerde askerî çatışmalar baş gösterdi. Roma her yanından minik parçalar ısırılan dev bir bizon gibi acı çekiyor ve zayıflamaya başlıyordu.
Sürecin sonunda Roma’nın kendi içindeki siyasi anlaşmazlıklarında etkisiyle, imparatorluk iki parçaya ayrıldı. Artık hem doğuda hem de batıda bir imparator bulunuyordu. Roma tarihinde, daha önceleri de farklı bölgelerde farklı imparatorların hüküm sürdüğü olmuştu ancak bu sefer durum bambaşkaydı. Hunlar daha Roma topraklarına ayak bile basmadan Roma’yı kökünden sarsmayı başarmıştı.
Bir yanda Hristiyan-Pagan çatışması, bir yanda asayişi bozan ve isyanlar çıkaran mülteciler, bir yanda siyasi ayrışma ve nihayet en ağır darbeyi vurmak için ufukta gözüken kana susamış Hun atlıları…
Hunların ganimet alması için ilk etapta savaşmasına bile gerek kalmamıştı. Doğu Roma İmparatorluğu, Hunlarla karşılaşır karşılaşmaz sandıklar dolusu vergi ve haraç ödemeye başladı.
Lakin onlar bununla yetinmeyecekti. Hunlar kesinlikle ve kesinlikle altınla doyacak bir millet değildi. Hayır, onlar kan istiyor; toprak istiyor, şehirlerin yandığını ve kralların önlerinde yerlere kapandığını görmek istiyordu.
Onlar herkesin kendilerine biat ettiğini görüp mutlak hükümdar ve yurt sahibi olmak istiyorlardı.
Bu dehşete düşüren tehdit karşısında Romalılar yüzlerce yıllık gizli silahların ortaya çıkardılar: Diplomasi.
Doğu Roma İmparatorluğu, Hunları kendi içerisinde bölmek için ellerine geçen her türlü fırsatı kullandı. İstihbarat topladılar, rüşvet verdiler, ikilik çıkardılar, elçilere kendi şehirlerinin ihtişamını gösterip büyülediler ve çeşitli hediyelerle kendi taraflarına çekebildikleri kadar insan çektiler.
Hristiyanlığı, Hunların arasında yaymak için özel çaba sarf ettiler.
Bu sinsi oyunlara kananlar elbette ki oldu.
Hunların bazıları rahata ve keyif çatmaya alıştı. Toprak sahibi olup gevşediler.
Bazıları Hristiyanlığa geçti, bazıları da daha rahat yaşamak için Roma’ya iltica etti.
Roma, Hunların içinde karışıklık çıkarmak için hiçbir fırsatı geri çevirmiyordu.
Günümüzde siyasi literatüre “5. kol faaliyeti” olarak geçen bu davranışlar, doğru insanların üzerinde doğru zamanda kullanıldığı zaman gerçekten çok etkili yöntemlerdir.
Amcalarının ölümünden sonra Hunların başına geçen Atilla ve kardeşi Bleda, Hunların kendi içindeki ayrışmanın sembolü gibiydi.
Bleda, bu topraklara yerleşmeyi, çiftçi olmayı, Roma’yla ve diğer milletlerle barış içinde yaşamayı ve hatta Hristiyanlığa geçenlere müsamaha göstermeyi savunuyordu.
Atilla ise tam tersi…
Bozkır felsefesinden en ufak bir taviz vermek istemiyordu. Atalarının inancı olan Tengri’den yüz çevirenleri, en acılı şekilde katledilmesi gereken birer hain olarak görüyordu.
Yerleşik hayata geçmenin ve vergilerle geçinmenin, onları zayıflığa sürükleyip yok edeceğini düşünüyordu.
Barış kelimesinin telaffuz edilmesi bile midesini bulandırıyordu.
Hayır, Atilla toprağı düşmanlarının kanıyla sulamak istiyordu.
Tartışmalar günden güne arttı ve nihayet kaçınılmaz olan gerçekleşti. Atilla kardeşi Bleda’yı öldürdü ve Hunların tek lideri oldu. Hunları tekrar bir araya getirdi ve Roma’nın üzerine akınlar yapmaya başladı.
Önce Doğu Roma’dan başladı Atilla. Önüne çıkan şehirleri ve orduları yerle bir ediyordu.
Doğu Roma’yı kelimenin tam anlamıyla iliğine kadar kurutup hâkimiyeti altına aldıktan sonra Batı Roma’ya yöneldi.
Roma’nın şehirleri yakıldı orduları dağıtıldı ve toprak Romalı kanıyla sulandı. Tüm zaferlerin en büyüğü için ordusunu toplayan Atilla, Roma İmparatorluğu’nun kalbine, Roma şehrine doğru yürümeye başladı. Ancak hiç beklenmeyen bir şey oldu. Roma’nın kapısının önüne kadar gelen Atilla, kendisine şehri affetmesi için yalvarmak üzere gelen Hristiyanların lideri Papa ile başa baş bir görüşme yaptıktan sonra oradan ayrıldı ve Roma şehrini istila etmekten vazgeçti.
Birçok tarihçi Atilla’nın neden böyle davrandığı konusunda farklı teoriler ortaya atıyor. Atilla Hristiyan mı oldu? Atilla imana, insafa mı geldi? Merhametsizliğin efendisinin kalbi mi yumuşamıştı? Yoksa Roma civarında görülen veba salgınından mı korktu?
Hayır. Atilla’nın karakterine baktığımız zaman bu davranışların hiçbirinin ona uygun olmadığını görürüz. Ayrıca o günden sonraki davranışlarında da Hristiyanlığa geçtiğine, Hristiyanlara müsamaha gösterdiğine veya salgınlardan kaçtığına işaret eden hiçbir iz yoktur.
Gerçekçi olarak olaylara bakarsak, Atilla’nın tamamen stratejik bir karar verdiğini anlarız. Roma ordularını mahvedip imparatorluğun kapısına dayanarak ve imparatorluğa diz çöktürerek Avrupa’da zaten mutlak hâkimiyetini ilan etmiş oluyordu. Eğer Roma’yı işgal etseydi, sadece bir şehrin ganimetini elde etmiş olacaktı ve bütün imparatorluk dağılıp gidecekti. Eğer bu olsaydı, binlerce farklı kabile asi davranışlar sergileyecek ve imparatorluktan geriye kontrol edilemeyen koca bir kaos kalacaktı.
Atilla ise düşmanını önünde diz çöktürüp yaşamasına izin vererek; hem devamlı bir haraç geliri elde etmiş, hem Avrupa üzerindeki hâkimiyetini tescil ettirmiş, hem de Roma’ya bağlı olan sayısız kabileyi kontrol altında tutmuş oluyordu.
Evet. Bozkır savaşçıları kaosun ve yıkımın efendisidirler ancak kaosun bile kendi kontrolleri altında olmasını isterler çünkü kontrolsüz bir kaos kendilerine de zarar verecektir.
Atilla bütün Avrupa’ya hükmünü kabul ettirmiş ve herkesi kendisine boyun eğdirmiş bir şekilde öldükten sonra Hunlar zaman içerisinde yerel halklarla yavaş yavaş karıştılar.
Hristiyanlık, yerleşik hayat, evlilikler, rahatlık, tarım ve Hunları Hun yapan her şey, yavaş yavaş ellerinden kayıp gitti. Ancak Hunların güçten düşmesi ve yok olması, Roma’nın çöküşünü engelleyemedi.
Roma çoktan ölümcül bir darbe almıştı ve beli kırılmıştı bir kere. Roma İmparatorluğu, yaralı bir besi hayvanı gibi etrafını saran küçük vahşi hayvanlar tarafından parçalanıp yok edildi.
Doğudaki imparatorluk ise Roma’ya sahip olmayan bir Roma İmparatorluğu olarak yaşamaya ve hükmetmeye devam etti. Zaman zaman eski gücüne tekrar kavuşmaya çalıştıysa da yıkımını engelleyemedi ve uzun bir süreç içerisinde yavaş yavaş çöktü.
Doğu Roma İmparatorluğu ilk büyük darbeyi Müslüman ordularından yemişti ve Orta Doğu’dan atılmıştı. İkinci büyük darbeyi ise Hunların Orta Asya’daki ırkdaşlarından, yani Türklerden yedi ve imparatorluk, göz bebeği olan Anadolu’yu kaybetti.
Üçüncü ve en beklenmedik darbe ise Türklere ve bütün Müslümanlara karşı yardıma çağırdıkları Avrupalı din kardeşlerinden gelmişti.
Haçlı Seferi bahanesiyle bölgeye gelen ve en savunmasız anında imparatorluğun kalbine giren Katolik Avrupalılar, Konstantinopolis’te büyük bir kıyıma imza attılar.
Darbe üstüne darbe yiyen, yıllar yılı iyice güçten düşen Roma İmparatorluğu’na son darbe de yine Türklerden geldi.
Bozkırlardan gelen fırtına, yüzyıllar önce imparatorluğu ikiye bölmüştü ve batı kısmını yok etmişti. Yüzyıllar sonra aynı fırtına tekrar geldi ve yarım kalan işini tamamlayıp imparatorluğun son kalıntılarını da yok etti.
Eğer kısa bir insanlık tarihi yazılacaksa ve bunun içine Antik Yunan ve Roma eklenecekse bu yazı mutlaka İslam İmparatorluğu’nu da içermelidir. Aksi hâlde son derece eksik kalacaktır.
Antik Yunan bilgeliğinin söndüğü, Roma İmparatorluğunun kendi derdine düştüğü, Avrupa’nın ve dünyanın karanlığa gömüldüğü bir dönemde, dünyayı aydınlatan ışık Orta Doğu’nun kalbinden yayılmıştır.
Dinini tamamlayıp sonsuzluğa erişen Muhammed peygamberden sonra İslam dünyası içinde bir müddet siyasi çalkantılar yaşansa da halifeler durumu kısa süre içerisinde toparladı ve İslam’ı dünyaya yaymak için eşi benzeri görülmemiş bir cihat hareketi başlattı.
Cihat!
Bu kelime, yüzyıllardır her Müslüman’ın kalbini titreten; Müslüman olmayanların ise tüylerini ürperten bir kelimedir.
Herkes cihadı sadece delicesine savaşmak olarak görür ancak hayır…
Cihat her ne olursa olsun kazanmaktır.
Cihada giren bir kişi, eğer savaşa girip ölürse sonsuz cenneti ve yaradanın rahmetini kazanır. Savaşa girip de ölmezse gazilik unvanı kazanır ve hem ganimet, hem de itibar elde eder. Savaşı kazansa da kazanır, kaybetse de kazanır.
Ancak söz konusu cihada çıkmış bir İslam ordusu ise ordudaki son askerde ölene kadar mücadele asla bırakılmaz. Ya hepsi ölüp şehit olup cenneti kazanır ya da içlerinden bazıları kalıp Savaşı kazanır ve düşmanın her şeyini ganimet olarak alır.
Mücahitler, yani cihat eden askerler, hem itibar hem de daha ölmeden cennete bilet kazanırlar. İslam’a göre cihat, yani İslam’ı yaymak için savaşmak, ibadetlerin zirvesidir.
Bu eşi benzeri görülmemiş motivasyon ve adanmışlık sayesinde, çölde bin parçaya bölünmüş hâlde yaşayan, sürekli birbirleriyle kavga eden, ticaret ve hayvancılıktan başka hiçbir geliri olmayan bedevi kabileler, bir anda dünyanın en ölümcül askerî gücü hâline geldiler. İnanılmaz bir organizasyonla ve adanmışlıkla halifelerin gösterdiği yerlere doğru ölüme koştular. Orta Doğu’nun verimli topraklarını aralarında bölüşen iki dev kadim imparatorluk olan Romalılar ve Sasaniler, kim derdi ki çölde başıboş gezen bedeviler tarafından yerle bir edilecek?
Savaş, sanılanın aksine sadece sayı ve ekonomik güç değildir. Roma ve Sasani ordularının toplam ordu gücü milyonu aşıyordu ve bunlar dünyanın en zengin iki imparatorluğuydu. Ancak yine de az sayıdaki bedevinin adanmışlık duygusu karşısında yerle bir olmaktan kurtulamadılar.
Bir savaş kazanmak için üç şey gereklidir: Yüce bir amaç, kendini kusursuzca adamış askerler ve zeki bir komutan. Araplar bunların üçüne de sahipti ve savaş meydanında delicesine savaşıyorlardı. O kadar inatçı, o kadar gayretli ve o kadar gözü karaydılar ki hem Roma hem de Sasani ordularını, karıncaların içine düşmüş yaralı bir hayvan gibi parça parça yok ettiler.
Savaş üstüne savaş, ölüm üstüne ölüm ve zafer üstüne zafer…
Çok kısa bir zamanda Orta Doğu çöllerinin her bir yanı kıpkızıl kana bulanmıştı. Romalılar kendilerini Anadolu’ya çekip kurtardılar. Hristiyan olmalarına rağmen kutsal saydıkları toprakları bile koruyamadılar.
İran ise daha şanssız olan taraftı. Halife Ömer, binlerce yıllık İran İmparatorluğu’nu inatla ve arka arkaya yaptığı saldırılarla yerle bir etti. Ateşperest şehirler, ateşler içinde yanıp kül oldu.
Toprak, İran ordularının kanlarıyla sulandı ve binlerce yıllık koca medeniyet, çölden gelen ve sarsılmaz inanca sahip insanlar karşısında yok olup gitti. Bu iki imparatorluğun geride bıraktığı bütün zenginlik ise cihada katılan askerler ve aileleri arasında paylaştırıldı. Araplar böylece, hayal bile edemeyecekleri zenginliklerin sahibi oldular.
İşin savaş kısmı kısaca böyle ancak bundan daha da önemli bir kısım var ve bu süreçten sonra ortaya çıkıyor.
Fas’tan Afganistan’a; Kafkaslardan Yemen’e kadar uzanan yeni dev imparatorluk, birçok farklı kültürü bir araya getirip merkezinde topladı. İşin ilginç kısmı, bu devlet çölden gelen vahşi bedevilerin kurduğu bir devlet değildi. Bunlar yepyeni bir hayat algısına sahip ve dinin verdiği benzersiz motivasyonla öğrenme üzerine aşırı meraklı bir uygarlık kurmuşlardı.
İslam’a göre savaş zamanı delicesine cihat etmek nasıl bir ibadetse barış zamanı da kişinin kendi iç dünyasına yönelip hem kusurlarından arınması hem de kendisini bilgi ile donatması aynı şekilde yüce ve zaruri bir ibadetti.
Araplar sadece savaş alanında değil, bilgi ve kültür alanında da üstün olmak istiyorlardı ve yeni Müslüman olan topluluklardaki bilim insanlarının da gayretleriyle imparatorluğun dört bir yanında araştırma merkezleri kurdular.
Bunların en büyüğü, Bağdat’taki “Beyt-ül Hikme” (hikmet ve doğru bilginin konağı) isimli merkezdi. Bu merkeze, Arapların fethettiği tüm coğrafyalardan bilginler gelmeye başladı. Elbette ki esas öncelik dinî metinlerde idi ancak bu merkezler eskiye dair ne varsa toplamaya başladı. Toplanan bütün metinler zaman içinde Arapçaya çevrildi ve dev kütüphanelerde toplanmaya başladı. Bunların arasında Antik Yunan’ın düşünsel eserleri de vardı. Müslümanlar, bütün bu bilgi yumağını bir araya getirip matematik, felsefe, astronomi, geometri, kimya, fizik, tıp ve hatta robot yapımında bile çığır açtılar.
Bugün bile matematik ve astronomide kullanılan birçok terim bu dönemin icadıdır.
Müslümanlar bilim ve teknikte öylesine ileri gittiler ki bugünkü gelişmiş medeniyet, o dönemde atılan temeller olmadan asla yükselemezdi. Dürüstçe söyleyebiliriz ki eğer Müslümanlar o dönemdeki sıçramayı kesintisiz olarak devam ettirebilseydi, Neil Armstrong’dan en az yüzyıl önce Ay’ın üzerinde Amerikan bayrağı değil, tevhit bayrağı dalgalanıyor olurdu.
Ancak olmadı.
İslam’ın, birçok farklı milleti bir araya getirip oluşturduğu bilimsel ve düşünsel ışık, üç cephede birden saldırıya uğradı ve en sonunda söndü. Batıdan gelen haçlı seferleri ve doğudan gelen Moğol akınları, İslam dünyasını yerle bir etti.
Üçüncü ve son darbeyi ise Müslümanların kendi içinde başlayan “özgür düşünme karşıtı” dinî hareketler vurdu. Bu dinî hareketler, mevcut düzene tamamen karşıydı. Bunlara göre Allah’ı, evreni ve hayatı akıl yolu ile anlamaya çalışmak çok yanlıştı. Bilim, felsefe, araştırıp akıl yürütme ve bunlardan yola çıkarak bilgi edinme yöntemi tamamen güvenilmez bir yöntemdi.
İslam akıl dinî değil, nakil diniydi.
Sadece ve sadece dinî kaynakları ve dinî söylemleri öğrenip bunları hayata uygulamaktan başka yol düşünmemek gerekiyordu.
Bunlardan en meşhur olanı İmam Gazali‘dir. Elbette ki Gazali, tek başına İslam bilim ve teknik ışığını söndürmemiştir. O ve onun gibi düşünenler, haçlıların ve Moğolların yakıp yıktığı düzene, sadece son bir dokunuş yaptılar. Tıpkı uçurumun kenarına gelip düşüp düşmemek arasında gidip gelen ve dengesi tamamen bozulmuş olan bir nesneye, parmağının ucuyla hafifçe dokunmak gibi.
Yazık oldu.
Avrupa’da şiddetli hasta olanlara “İçine şeytan girmiş,” muamelesi yapılırken İslam dünyasında kan dolaşımı üzerine kitaplar yayımlanıyor, son derece hassas cerrahi ameliyatlar yapılıyordu. İslam dünyasında tıp ve eczacılık o kadar ilerlemişti ki din insanları, bu bilimci tayfasının yakında ölümsüzlüğü bile bulabileceğinden korkuyordu.
İslam medeniyetinin çökmesinden sonra insanlık yüzlerce yıl boyunca bilim alanında gelişemedi. Bunun yerine bol bol siyasi kargaşa ve savaş oldu.
Çin’de, günlük hayatı kolaylaştırmak için yapılan bazı icatların batıya kaçırılması ve genellikle askerî alanlarda kullanılması haricinde büyük değişiklikler olmadı.
Avrupa, karanlık çağ denilen bir dönem yaşadı. Kilisenin ve dinin mutlak hükümranlığı dönemiydi bu.
Bu dönem ciddi anlamda insanlık tarihinin yaşadığı en “gri” dönemlerden birisidir. Hiçbir farklı düşüncenin müsamaha görmediği, aşırı derecede yozlaşmış bir toplum ortaya çıktı. Din ve tanrı adını kullanan papazlar, halkın bütün zenginliğine çöküyor, yöneticileri kontrol altında tutuyor ve otoritelerine karşı gelenleri dinsiz ilan ediyorlardı.
Kilisenin hüküm sürdüğü karanlık çağın sonlarına doğru birçok farklı zamanda, birçok farklı yerde düşünürler ortaya çıktı ve her şeyi yeniden sorgulayıp araştırmaya başladılar.
Bilgi arayışı… İnsan doğasındaki bu dürtü, insanı bir türlü rahat bırakmıyordu.
Türklerin Doğu Roma’yı yıkmasından sonra Avrupa’ya kaçan düşünürlerin, Avrupa içerisinde başlayan “özgür düşünce” hareketlerine büyük katkısı oldu. Kilisenin otoritesinin merkezi olan İtalya, aynı zamanda özgür düşüncenin ve kiliseye karşı başlatılan isyanın da merkeziydi.
İnsanlar yavaş yavaş kilisenin otoritesini reddetmeye ve bilgi kaynağı olarak farklı arayışlara girmeye başladılar. Elbette ki ilk bakacakları yerler; Antik Yunan, Eski Roma ve İslam eserleri idi.
Bu miras hızla devralındı. Bilim, sanat, teknoloji ve felsefe konularında yeniden çalışılmaya başlandı. İslam’ın birkaç yüzyıl önce elinden düşürdüğü ilerleme sancağını, Avrupa yeniden eline aldı ve müthiş bir zihinsel savaş başladı. Kilise otoritesini kullanarak insanları cezalandırmaya ve hapsetmeye başladı ancak yaptıkları her şey ters tepiyordu. Artık insanlar zorbalıkla yola getirilemiyordu.
Zaman içinde “yeniden doğuş” yani Rönesans hareketi başarıya ulaştı.
Bu başarıda bilim ve gelişmişlik için canla başla çalışan kişileri destekleyen siyasi odakların da payı büyüktür. Bu siyasi odaklar, artık kilisenin kontrolünden çıkmak istemişler ve bu yüzden, kilisenin otoritesini parça parça yıkan özgür düşünce hareketlerini desteklemişlerdir. Bu dönemde birçok düşünür, farklı devletler tarafından korundu ve itibar gördü.
Yıllar sonra bu merak ve araştırma dürtüsü, Avrupalı maceracıları dünyaya açtı. Kilise yıllardır, “Okyanusa açılmayın yoksa Dünya’dan aşağıya düşersiniz,” diye vaaz veriyordu ancak artık birçok kişi, bilim insanları sayesinde Dünya’nın düz olmadığını, yuvarlak olduğunu biliyordu. Kilisenin yalanlarına inanıp da yerinde durmaya hiç kimse razı değildi.
Burada Türklerinde büyük rolünün olduğunu unutmamak lazımdır.
Müthiş bir askerî ve siyasi güç olarak Türkler, ticaret ve ekonomi yollarını ellerinde tutuyor ve kelimenin tam anlamıyla Avrupa’yı haraca bağlıyorlardı. Ayrıca Akdeniz’deki Türk korsanları, Avrupalı tüccarların canına okuyordu. Avrupalılar, Türklerin Avrupa’nın boynuna geçirdiği ilmeği her geçen gün biraz daha daraltmasını seyrediyordu. Kilisenin otoritesini kıran Avrupa, her ne pahasına olursa olsun Türk gücünü de kırmak istiyordu.
Askerî olarak bunu başaramayınca farklı bir yol denemeye karar verdiler. “Madem, doğu ile ticaretin arasında Türkler duruyor, biz de Türklerin etrafından dolanırız,” diye düşündüler.
İşte bu mantıkla, kâşifler okyanuslara açıldı. Amaçları batıya gidip doğuya ulaşmak, Hindistan ve Çin’e varmaktı. Ancak karşılarına hiç beklenmedik bir şey çıktı: Amerika kıtası.
Avrupalılar yeni keşfettikleri bu kıtada yaşayan yerlileri, kolayca yok edip sınırsız zenginliklere ve sınırsız topraklara sahip oldular. Kısa süre içinde, Avrupa’dan kat kat daha büyük olan Kuzey Amerika’yı, Güney Amerika’yı, Afrika’yı ve Uzak Doğu’yu ele geçirip sömürmeye başladılar.
Zenginlik, ekonomik güç, bilim ve teknoloji bir araya gelince ne olur? Elbette ki bu gücün önünde hiç kimse duramaz. Avrupalılar da bu güçle dünyanın çoğunu ele geçirdiler.
Coğrafi keşifler ile birlikte başlayan sömürgeler tarihi, insanların büyük bir çoğunluğu tarafından son derece kötü ve korkunç bir dönem olarak anılır. Avrupa’dan yola çıkan kâşifler, öncelikle bilinmeyen coğrafyaları keşfederler, daha sonra oralara koloniler kurarlar ve yerli halkları zaman içerisinde köle yaparlardı. Daha sonra oranın yeraltı ve yerüstündeki tüm kaynaklarını sömürmeye başlarlardı.
Burada bir sorgulama yapmak gerekiyor.
Gelişmiş ve ileriye gitmiş bir milletin, gelişme göstermeyen başka bir insan topluluğunun toprağına girmesi, oranın yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömürmesi kötü bir şeydir değil mi? Ancak dürüst olmamız gerekirse kaçınılmaz olan bu değil midir?
Örneğin Afrikalıları ele alalım.
Afrikalılar günümüzden 5000 yıl önce kabile hayatı yaşıyorlardı.
Peki, 4000 yıl önce? Yine kabile hayatı yaşıyorlardı. 3000 yıl önce de, 2000 yıl önce de, 1000 yıl önce de, 500 yıl önce de hep kabile hayatı yaşıyorlardı. Hatta bugün bile Afrika’nın büyük bir çoğunluğu hâlen kabile hayatı yaşamaya devam ediyor. Peki, Avrupalılar Afrika’ya hiç gitmeseydi ve oraları hiç sömürmeseydi Afrikalıların durumu ne olacaktı?
Dürüst olmak gerekirse, Afrikalıların önümüzdeki 5000 yıl daha kabile hayatı yaşayacağına şüphemiz yok.
Afrikalılar, yer altında bulunan altınlarının çalındığından şikâyet ediyor. Ancak binlerce yıl boyunca o altınların varlığından tamamen habersiz yaşadılar.
Afrikalılar, ülkelerinde bulunan petrol yataklarının yağmalandığından şikâyetçiler ancak Afrikalılara önümüzdeki 1000 yıl boyunca hatta 2000 yıl boyunca hiç kimse dokunmasaydı bile o petrolleri bulup, işleyip, kullanabilecekler miydi?
Afrikalılar yabancıların kendilerine misyonerlik yaptığını ve kendi öz dinlerinden uzaklaştırdığını söylüyorlar. Peki, onların inandıkları doğa ruhları, onların kutsal kabul ettikleri ağaçlar veya taşlar onlara ne fayda sağlıyordu?
Hristiyanlığın veya Müslümanlığın insanları organize etme şeklinden, insanları bir araya getirip belirli amaçlar için yönlendirmesinden ve en önemlisi, sosyal bir düzen kurmasından uzakta yaşamak, Afrikalılara daha mı iyi gelecekti?
Hayır, kesinlikle hayır…
İnsanlar, duygularını bir kenara bırakıp tamamen mantığı ile karar verdiği zaman şu sonuca varacaktır: Bugün Afrika’da makine ile tarım yapılan bir yer varsa bu oraya gelen sömürgeciler sayesinde olmuştur. Bugün Afrika’da herhangi bir toprakta bir altın madeni işletiliyorsa o madeni bulan da, işleten de çıkaran da Avrupalı sömürgecilerdir. Bugün Afrika’da insanlar betondan yapılan binalarda yaşıyorlarsa veya arabaya biniyorlarsa dürüst olmak gerekir ki bu sömürgeciler sayesinde olmuştur.
Burada yapmaya çalıştığımız şey, sömürgecileri aklamak ve onların yaptığı sayısız cinayeti meşru göstermek değil.
Hayır, tam tersine burada Afrikalılara ve dünyanın sömürülen bütün milletlerine bir ders vermeye çalışıyoruz. Bu ders şudur: Eğer siz yeterince gelişmezseniz, medeniyette, bilimde, teknolojide, felsefede, sanatta ve düşüncede yeterince ilerlemezseniz, bir gün mutlaka ancak mutlaka sizden daha gelişmiş bir medeniyet gelir ve sizin elinizden sizin farkında bile olmadığınız zenginlikleri alır. Bu duruma düşmek istemiyorsanız, sürekli olarak bilimde ve teknolojide gelişmek zorundasınız.
Avrupalılar, dünyanın hemen her yerinde sınırsız denebilecek sayıda doğal kaynağa sahip olmuşlardı ve bunların hepsini Avrupa’ya taşıdılar.
Köleler sayesinde sınırsız denebilecek insan gücüne de sahiplerdi. Bu yüzden dev boyutlarda üretime başladılar ve bütün dünyaya ürün satarak dünya ekonomisini ellerine geçirdiler. Ancak Avrupa’da tek bir millet ve tek bir yönetim olmadığı için birbirleri arasında rekabete düştüler.
İngiltere, Fransa, İspanya, Almanya ve İtalya hepsi birbirini rakip olarak görüyordu ve birbirinin elindeki zenginlikleri almaya çalışıyordu.
Bugün dünyanın en büyük gücü olarak kabul edilen Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşu da işte tam da bu noktada, İngiltere ve Fransa’nın Kuzey Amerika üzerindeki çekişmelerin sonucunda kuruldu. Kuzey Amerika’da hem İngilizlerin hem de Fransızların kolonileri vardı. Her ikisi de diğerini bu topraklardan çıkartmak istiyordu. Bu yüzden birbirlerinin kuyusunu kazmaya başladılar.
Avrupalı devletler sık sık birbirleriyle savaşıyorlar ve sömürgelerden elde ettikleri sınırsız zenginlikleri bu savaşlara harcıyorlardı. Bu yüzden ekonomileri zaman içerisinde ağır darbe almaya başladı. İngilizler ekonomilerinin üzerindeki yükü hafifletmek için Kuzey Amerika’da yaşayan kolonilerine ek vergiler getirmeye başladılar ancak Kuzey Amerika’daki koloniciler (Fransızların da desteğiyle) artık daha fazla vergi vermek istemiyorlardı. Bu yüzden isyan bayrağı çektiler ve İngilizleri kıtadan kovup bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Avrupalıların kendi içerisinde yaptıkları savaşların ve bunların getirdiği ekonomik ağır yüklerin bir başka sonucu da Fransız İhtilali’dir.
Fransız monarşisi, savaşların ekonomik yükünü halkın üzerine sırtladığı için halkta büyük bir memnuniyetsizlik baş gösterdi. Ayrıca Fransa’daki yönetim sistemi yıllardan beri çatırdıyordu. Bir yanda imparatorluk kurumu, bir yanda kilise bir yanda tüccar klanları ve bir yanda yerel yönetimler... Her biri kendi otoritesini sağlamaya çalışıyor ve halkın sırtından geçiniyorlardı.
Her kadar Fransa, merkeziyetçi devlet olarak gözükse de aslında zamanla birden fazla otoritenin halkın sırtına bindiği ve halka eziyet ettiği bir yönetime dönüşmüştü. Fransız düşünürlerin de etkisiyle Fransız halkı ayaklandı ve meşhur Fransız İhtilali yaşandı.
O güne kadar birilerinin malı olarak görülen insanlar, o günden sonra bir “birey” olarak ortaya çıkmaya başladılar. Kendilerini herhangi bir yapının parçası olarak değil, “Fransız” olarak tanımlamaya başladılar.
Bireycilik ve milliyetçilik fikri böylece doğmuş oldu ve Avrupa’da hızla yayılmaya başladı.
İnsanların birey olması ve toplu hâlde kendilerini millet olarak tanımlamaları, tarihin içerisinde gerçekten çok önemli bir noktadır çünkü insanların hayata bakış açılarını ve hayatı yaşayış tarzlarını baştan aşağıya değiştirmiştir ve bu durum, medeniyetin ilerlemesini sağlayan en önemli etkenlerden biri olmuştur.
Birey olan, millet olan insanlar, artık daha farklı düşünmeye başlamışlardı. Unutmayın, toplu bir şekilde insanların dünyaya bakış açıları her değiştiğinde, bu durum medeniyeti ve dünyayı kökünden sarsmıştır.
Bu noktada tıpkı Antik Çağ’daki Yunanların yönetim şekilleri üzerinde tartışması ve ideal devlet sistemlerini düşünmesi gibi Fransız İhtilali’nden sonra da insanlar oturup yeni sistem arayışları içerisine girdiler.
Bazı insanlar acımasız bir ödül ceza sistemi kurup, toplumu ilerletmeyi düşünürken bazı insanlar da Dünya üzerindeki herkesin eşit haklara ve eşit mülkiyete sahip olması gerektiğini, devletlerin icadının tamamen gereksiz olduğunu ve insanlığın devletin icadından önceki döneme dönmesi gerektiğini söylediler.
İlginçtir ki bu ikinci söylem, sanayileşmenin artmasıyla birlikte kitleler üzerinde büyük yankı uyandırdı ve 19. yüzyılda dünyanın birçok yerine “sol” fraksiyonlar yayılmaya başladı. Bu insanlar, özel mülkiyet kavramını, yani medeniyetin son 2000-3000 yılını büyük bir hata olarak görüyorlardı.
Zaman içinde çeşitli anarşi hareketleri ve işçi hareketleri baş gösterdi. Paranın ve ekonominin merkezi olan Avrupa’da insanlar paraya, ekonomiye ve özel mülkiyete düşmanlık etmeye başladılar.
Ancak sosyalist teorisyenler, gelecek öngörülerinde yanılmışlardı.
Beklenildiği gibi sanayileşmiş Avrupa ülkelerinde işçiler ayaklanıp, iktidarı ele geçirip, eşitlikçi bir düzen kuramadılar. Bunun yerine fabrika sahipleri ve para sahipleri, işçilerinin hayat koşullarını iyileştirdi ve onlara daha iyi bir yaşam sundular.
Sanılanın aksine insanların çalışma saatlerinin düşürülüp günde 8 saat çalışması ve haftada iki gün tatil yapmaları fikri sosyalist teorisyenlerden değil, kapitalist para babalarından çıkmış bir fikirdir.
Her ne kadar kapitalistler vahşi sömürücüler olarak gözükseler de şunu inkâr edemeyiz ki insanlığın gelişimi, sayısız çeşitlilikte ürün üretimi ve var olan bütün zenginliğimiz, özel mülkiyetin ve bir anlamda kapitalizmin hediyesidir.
Kapitalizme karşı olmak çok kolaydır. Kapitalizme küfretmek ve bağırıp çağırmak çok kolaydır çünkü insan tembel bir varlıktır.
İnsanlar, sırf insan olduğu için değer görmek isterler. Sırf insan olduğu için birilerinin kendisini beslemesini, birilerinin kendisine iş bulmasını, birilerinin kendisine son derece lüks ve rahat bir hayat bahşetmesini isterler ancak hayır, öyle bir şey asla yoktur.
Bu durum, insanın genlerine ve hayat biçimine tamamen ters bir durumdur.
Dünya üzerindeki hiç kimse eşit değildir. Eşit olmadıkları için eşit yaşayamazlar ve eşit yönetilemezler. Zekâ seviyesi bilim insanı seviyesinde olan bir insanla, iki lafı bir araya getiremeyecek aptallıktaki bir insana aynı eşitliği sağlamak ve bunun üzerine bir düzen inşa etmek, sistemi ölü doğurmak anlamına gelir. Eğer bir ödül ve ceza sistemi koymazsanız, insanlar bütün kapasitesi ile çalışmazlar. İşte sosyalist devletler bu yüzden çökmüştür.
Örneğin, 1960 yılında Washington’da çalışan 100 tane işçi ile aynı dönemde Moskova’da çalışan 100 tane işçi düşünelim. Moskova’daki işçilere belirli bir iş veriliyor ve belirli bir ücret veriliyor. Her şeyleri devlet garantisinde ve hayatları tamamen standart hâle girmiş. Siyasi bir fikir belirtmedikleri müddetçe hiçbir şekilde aç kalma korkuları veya işten çıkarılma korkuları yok. İşlerine gidecekler, standart bir işte çalışacaklar, ücretlerini alıp hayatlarını idame ettirecekler.
Diğer yandan, Washington’da çalışan işçiler hem biraz daha acımasız, hem de daha iyi yaşama ihtimali olan bir sistemle yönetiliyorlar. Onlara deniyor ki “Eğer çok çalışırsanız, bize çok fazla ürün verirseniz, bize çok fazla verim sağlarsanız, biz de size daha fazla para veririz ve lüks bir hayat yaşarsınız. Hatta belki kendi iş yerinizi açıp patron olursunuz. Ancak çalışmazsanız, işinizde kaytarırsanız; size verdiğimiz işi, şu gün ve şu saate kadar yetiştiremezseniz, işten kovulursunuz ve aç kalırsınız.”
Dışarıdan bakıldığı zaman Washington’daki kapitalist sistem son derece acımasız ve gaddar olarak görülebilir ancak dürüst olalım: Moskova’daki işçiler mi yoksa Washington’daki işçiler mi daha fazla verim ortaya koyar? Hangileri daha fazla kaliteli ürün üretir? Hangileri daha fazla çalışır? Hangi ekonomi daha fazla gelişir?
Evet, hiç kimse inkâr edemez ki insanın potansiyelini tam olarak ortaya koymak için bir ödül ve ceza sistemi inşa etmek şarttır.
Eğer insana hiçbir ödül ve ceza sistemi konulmazsa insanın sadece temel ihtiyaçları karşılanırsa o insan hiçbir zaman yüksek verimli çalışmaz. İşte sol fraksiyonların çöküşü ve sosyalist devletlerin kapitalizm karşısında yenik düşmesinin sebebi tam olarak budur.
Lenin, Stalin ve Troçki yıllarca süren mücadelelerden sonra Rusya’da komünizmi ilan ederler ve aralarında bir toplantı yaparlar. Lenin söze şöyle başlar: “Halkımızın yiyecek ekmeği yok. Büyük bir kıtlık kapıda yoldaşlar. Amerika’da ise insanlar evcil domuzlarını bile sütle besliyorlar. Bence onlardan gıda ürünü satın almalıyız.”
Gerçekten de öyle olur. Rusya’daki komünist ihtilal tamamlandığı zaman komünistlerin ilk yaptığı şey, kapitalist Amerika’nın kapısını çalıp onlardan gıda malzemesi istemekti.
Dünyada sosyalist sistemin hâkim olduğu hiçbir yerde insanlar çok yüksek verimle çalışmamışlardır. Medeniyetin ve insanlığın gelişmişliğini daha önce de söylediğimiz gibi icatlarla ve yeniliklerle ölçeriz değil mi?
Peki, Amerika Birleşik Devletleri’nde mi yoksa Sovyetler Birliği’nde mi daha fazla icat yapıldı?
Amerika’da mı yoksa Sovyetler Birliği’nde mi daha fazla teknolojik gelişim ortaya konuldu?
Amerika’da mı yoksa Sovyetler Birliği’nde mi insanlar daha fazla imkâna sahiptiler?
Normalde sosyalist sistemi ilk ortaya atan teorisyenler, halkın bunu seve seve kabul edeceğini ve insanlığın bu sistemle muhteşem bir mutluluğa kavuşacağını söylüyorlardı. Ancak bu sistem insanlara uymuyordu. Bu sistem toplumlara işlemiyordu. Bu sistemi ayakta tutmak kendiliğinden mümkün olmuyordu. Bu yüzden sosyalist teorisyenler çareyi silaha sarılmakta ve sosyalizmi insanlara zorla şiddet ve terör yolu ile dayatmakta buldular. Bu yüzden her sosyalist ülkede mutlaka silaha dayanan bir tiranlık kurulmuştur.
Normalde komünizm; devlet fikrinin kendisine düşman olan, özel mülkiyete karşı olan ve insanların “komün” adı verilen, devletsiz topluluklar hâlinde yaşamasını isteyen bir fikirdi. Ancak böyle bir düzen hiçbir toplumda kurulamamıştır. Silah zoruyla denenmiştir ancak silah zoruyla bile başarılı olmamış ve sonunda çökmeye mahkûm olmuştur.
Fransız İhtilali’nin etkilerinden bahsederken insanların birey ve millet olarak hissetmeye ve düşünmeye başladıklarını söylemiştik. İşte tam da bu sebepten dolayı monarşilere rest çekilmeye başlandı. Toplumun bir kesimi, bir kralın malı olmak istemiyor, onun yerine bir “birey” olarak özgürce seçim yapmak istiyorlardı ve böylece “cumhuriyet” fikri, yüzlerce yıl aradan sonra yeniden kitlelere yayılmaya başladı. Özellikle de sermaye sahipleri ve şehirli tabaka arasında.
Krallıklar ve imparatorluklar, ellerindeki silah ve devlet gücü sayesinde uzun bir süre ayakta kalmayı başardılar ancak 1. Dünya Savaşı’nın getirdiği kriz anından sonra teker teker yıkıldılar ve birçok yerde cumhuriyetler kurulmaya başlandı. Tamamen yıkılmayan krallıklar bile krallarını sembolik ve etkisiz bir hâle getirmeye mecbur oldular.
Yeni kurulan çömez cumhuriyetler, çoğu yerde halkı yönetmekten aciz kaldılar. Çünkü demokrasi ve cumhuriyet fikri tam olarak herkes tarafından benimsenmemişti. Bazı otoriteler, cumhuriyeti ve demokrasiyi ayrılıkları körüklemek ve kendi menfaatlerini hayata geçirmek için birer amaç olarak görmüşlerdi. Özellikle de solcu akımların demokrasiyi kullanıp yayılma alanı bulması birçok devletçi grubu dehşete düşürdü.
Beceriksiz hükûmetler, demokrasiye alışkın olmayan toplumlar ve yükselen solculuk korkusu sebebiyle bazı bölgelerde cumhuriyetler tekrar yıkıldı ve özel olarak kurgulanan radikal fikir akımları üzerine yeni diktatörlükler kurulmaya başladı. Bunların en meşhuru İtalya, İspanya ve Almanya’dır. Monarşiden de cumhuriyetten de uzak olan bu yeni akımlar, yepyeni düzenler inşa etmeye başladı.
Hitler ve arkadaşları, “nasyonal sosyalist” yani milliyetçi-toplumcu yepyeni bir ideoloji yaratıp 1933 yılında Almanya’da iktidara geldi. Kendilerine “Nazi” diyorlardı.
Naziler benzersiz organizasyon yetenekleri ve sert tutumları sayesinde dağılmış hâlde bulunan politikayı toparlanmayı ve insanlara ekonomik bir refah getirmeyi başardılar. Lakin Nazilerin bitmek tükenmek bilmeyen saldırgan bir yapıları vardı ve bu durum iktidar olduktan sonra da devam etti. Kısa süre içerisinde savaşlar baş gösterdi ve çatışmalar yaygınlaşarak “İkinci Dünya Savaşı” ortaya çıktı.
İkinci Dünya Savaşı, şüphesiz ki insanlık tarihinin bugüne kadar yaşanmış en kanlı savaşıdır. Yıllardır güç kazanmış olan kapitalizm, sosyalizm ve ırkçılık fikirleri; İkinci Dünya Savaşı sırasında nihai hesaplaşmalarını yaptılar.
Bu savaş, her ne kadar “küresel bir kan banyosu” olarak görülse de aslında teknolojinin çığır açmasına sebep olmuştur. Savaşı kazanmak için bütün milletler can pahasına teknoloji geliştirmişler ve aslında insanlardan çok, teknolojileriyle savaşmışlardır. İkinci Dünya Savaşı’nda o kadar radikal teknolojiler geliştirildi ki artık dünya hiçbir şekilde eskisi gibi olmayacaktı.
Bu savaş; bilgisayarın, roketlerin ve atom bombasının icat edildiği bir savaştı. Bu üç önemli teknoloji, savaştan sonra dünyanın çehresini tamamen değiştirdi. Bilgisayar teknolojisi gelişip sonunda interneti doğurdu ve iletişim alanında dünyada devrimsel gelişmeler yarattı. Diğer yandan roket teknolojisi havacılıkta ve uzay çalışmalarında çığır açtı ve insanlar ilk defa kendi gezegenlerinin dışına çıkıp bir başka gök cismine dokundular. Nükleer teknoloji ise insanın bu zamana kadar hayal bile edemeyeceği kadar yüksek bir enerjiyi insanın kontrolüne veriyordu.
20. yüzyılın sonuna doğru sosyalist bloğun tamamen çökmesiyle dünyaya kapitalizm ve liberalizm hâkim oldu. Her ne kadar siyaset bilimciler bu durumu farklı bahanelerle açıklamaya çalışsalar da hiç şüphe yok ki kapitalizmin ve liberalizmin kazanmasının tek sebebi, bu bloğun daha fazla bilim ve teknoloji geliştirmesinden başka bir şey değildir.
21. yüzyıla girildiğinde kapitalizm ve liberalizm, nihai zafer olarak dünya hâkimiyetini ilan etmişti. İnsanlık tarihinde ilk defa, bütün dünya tek bir ekonomik ve politik sistemin egemenliği altına giriyordu.