FIRTINA YAKLAŞIYOR

Orta Doğu toprakları siyasi çalkantılar ile yıllarını geçirirken doğunun uçsuz bucaksız bozkırlarında dibi görünmeyen bir gölge kıpırdanmaya başladı. Türklerin anayurdunda Hunların ve Göktürklerin at sürdüğü topraklarda yaralı bir adam, donuk gözlerle etrafı izliyordu.

Aklında sadece tek bir şey vardı: Kaos…

Bozkırlarda yaşayan göçebeler yüzlerce yıldır sürekli birbirleriyle savaşıyor, birbirlerinin mallarına el koyuyor, kanlarını akıtıyor ve daimî bir kaos sürüp gidiyordu.

Bu bozkırlarda dünyanın en iyi savaşçıları vardı. Dünyadaki hiç kimse bu insanlar kadar sert savaşamazdı. Hiç kimse bu insanlar kadar iyi ok atamaz, onlardan iyi at süremez ve onlar kadar inatla mücadele edemezdi ancak onlar bütün bu hünerlerini birbirlerine karşı kullanıyorlardı.

Sadece onlar değil, bu topraklarda çıkıp batıya giden akrabaları da aynıydı. Büyük imparatorluklar kurmuş, şehirleşmiş, ekip biçmeye başlamışlardı ancak birbirlerini yemeye devam ediyorlardı.

Bütün bu kaosun ortasında kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış yaralı adam, önüne çıkan her şeyi yok etmeye kararlıydı. Kaosu yok etmek için daha büyük bir kaos yaratacaktı. Akan kanı durdurmak için oluk oluk kan akıtacaktı. Hırsızlığa son vermek için bir değeri olan her şeyi ateşe verecekti.

Temuçin… Adı, demir gibi güçlü demekti; öyleydi de. Bozkırda hikâyelerle büyümüştü. Ötüken’de kurulup dünyaya hâkim olan haşmetli kağanların, hanların, hakanların, şadların, yabguların hikâyelerini dinlemişti.

Gök Tanrı onları hem kendi içlerinde ayrılık ve düşmanlık lanetiyle lanetlemişti, hem de eğer birleşmeyi başarırlarsa onlara dünyaya hükmetme kudreti verecekti. Bu birleşmeyi ise sadece Gök Tanrı’dan “kut” almış olan “Gökbörü” yapabilirdi. Yüzlerce yıllık inanç böyle söylüyordu.

Temuçin o an kafasına koydu. Yeni Gökbörü o olacaktı. Bütün bozkır savaşçılarını birleştirecek, Gök Tanrı’dan kut alacak ve dünyaya hâkim olacaktı.

Bozkırlarda doğan ve bozkırlarda savaşan her insan gibi o da savaşta ölenlere üzülmezdi. Ölen insanlar ve dökülen kan, onun için üzülmek gereken konular değildi. Hayır, o güne kadar sayısız erkeğin, kadın ve çocuğun savaşlarda ölüp gittiğini görmüştü ve bu durum onun için sıradanlaşmıştı. Bu bozkır savaşçıları, savaşırken sadece ve sadece kazanmaya odaklanırlar; öldürürken hiçbir ayrım yapmazlardı.

Temuçin, adı gibi demirden bir yüreğe sahipti ve kan dökmeye başlayacaktı. Önce bozkırdaki savaşçıların kanını dökecekti, ta ki herkes kendine biat edene kadar. Sonra da dünyanın geri kalanının kanını dökecekti, ta ki yaşayan her canlının efendisi olana kadar. Ancak Temuçin, geçmiştekilerin hatasını tekrarlamak istemedi çünkü her şeyi şahsına bağlarsa, şahsı öldüğü zaman her şey biterdi. Bunun yerine yasalara bağlı bir sistem kurmaya karar verdi. Kuracağı devleti yasalar yönetecekti. Bu yasalar hem insanları birleştirecek hem de onları bir arada tutacaktı.

Yasalar ölüme dayanıyordu çünkü bu insanlar sadece zordan anlar ve sadece ölüm ile kontrol edilebilirlerdi: Ölüm ve korku. Temuçin bu ikisiyle hükmetmeye kararlıydı.

Temuçin öldürmeye başladı. İlk olarak yüreğindeki korkuyu öldürdü. Sonra kendisine zulmeden şahsi düşmanlarını öldürdü. Sonra kendi kabilesi olan Tatarlardan ona ihanet edenleri öldürdü.

İlk başlarda Tuğrul Han adındaki babasının kan kardeşine biat etmişti. Onun yanında onun için öldürüyordu. Can düşmanı Merkit kabilesinin liderlerini öldürdü ve hepsini boyunduruk altına aldı. Sırayla kendine boyun eğmeyen bütün bozkır savaşçı kabilelerini öldürmeye başladı.

Kısa süre sonra emri altında bulunduğu Tuğrul Han’ı da öldürdü.

Kan kardeşi Camoka’yı da öldürdü.

Önüne her kim çıkarsa çıksın, ya ölecek ya da kendisine biat edecekti. Nitekim kısa süre sonra bozkırdaki bütün kabileleri hükmü altına almayı başardı. Merkezini, eski büyük bozkır imparatorluklarının merkezinin olduğu yere, Ötüken’e kurdu ve buraya “Karakurum” adını verdi.

Temuçin, deniz gibi engin bozkır topraklarını ele geçirip deniz gibi kaynayan bu topraklardaki sayısız kabileyi zorla bir araya getirdi. Bu sebeple kendisi deniz yani “Cengiz” adını aldı ve “Kağan” ilan edildi.

Emri altında bulunan insanlara “Moğol Ulusu” adını verdi. O güne kadar sürekli farklı isimlerle anılan, kabile isimlerini yaşatan bu bölük pörçük insanlar, artık tek bir ulus olarak tek bir isimle anılacaktı.

Ömrü boyunca bozkırlarda sayısız savaşa giren Cengiz Han, savaş hileleri konusunda ustalaşmıştı. Bozkırlardaki hâkimiyetini sağladıktan sonra Çin’de bulunan Tangut Krallığı üzerine sefere çıktı. İlk defa yerleşik bir halk ile savaşacaktı.

Cengiz’in ordusu devasa surlarla çevrilmiş “Vulahay” şehrinin önüne geldiği zaman ordudaki herkes afallamıştı çünkü açık bozkırlarda savaşmakla, dev surlarla çevrili bir şehri almak çok farklı şeylerdi. Cengiz ise dünyanın en sinsi kurduydu. Hiç kimse onun gibi savaş hilesi kuramazdı. Nitekim bir süre şehri kuşattıktan sonra çok tuhaf bir adım attı.

Şehri savunanlara, “şehirdeki tüm kedi, köpek ve kuşları kendisine vermeleri karşılığında” kuşatmayı kaldırıp gideceğini söyledi. Şehri savunanlar, Cengiz’in ve ulusunun tuhaf insanlar olduğunu biliyorlardı ancak bu kadarına gerçekten çok şaşırmışlardı. Velhasıl Cengiz’e istediğini verdiler. Cengiz’in bu isteğine ise yanındaki askerler dâhil hiç kimse anlam verememişti. Bunca yolu kedi, köpek ve kuşları ganimet almak için mi gelmişlerdi?

Ordunun içinde, Cengiz’in aklını kaçırdığı söylentileri çıktı ancak hayır, Cengiz aklını kaçırmamıştı. Aksine herkesten daha zeki ve hileciydi.

Cengiz bütün kedilerin, köpeklerin ve kuşların kuyruğuna, uzun süre yanan ve sönmeyen çıralar bağlanmasını ve yakılmasını emretti. Sonra bütün hayvanları serbest bıraktırdı.

Gece yarısı serbest bırakılan, ateşin acısıyla hızla şehirdeki evlerine dönen köpekler, kediler ve kuşlar, çok kısa bir süre içinde bütün şehrin alev alev yanmasına sebep oldu.

Cengiz, ordularına emir verdi ve hiçbir direnişle karşılaşmadan, ateşler içindeki şehri istila etti. Halkın çoğunu kılıçtan geçirdi. Genç erkekleri, kızları ve çocukları köle olarak aldı.

Büyük bir şeytanlıkla, görülmemiş düzeyde bir vahşet uygulamıştı. Haberler tez zamanda bütün bölgeye yayıldı. Artık herkes ondan korkuyordu. Cengiz’in istediği de buydu zaten: Korku!

Ordularını bir yere göndermeden önce insanların kalbine korku gönderiyordu. Bu durum, psikolojik savaşın insanlık tarihindeki en kapsamlı kullanımıydı. Cengiz Han, yıldırım hızıyla etraftaki bölgeleri tek tek istila etti. Akıl almaz bir strateji ustasıydı ve ordusu da o güne kadar görülmüş en acımasız savaşçılardan oluşuyordu.

Çin’de da eşi benzeri görülmemiş katliamlar yapıldı. O dönem orada bulunan yabancı ülke elçileri yazdıkları hatıralarında, Pekin’in surlarının dibinde, insan kemiklerinden oluşan tepelerin oluştuğunu, toprağın pıhtılaşmış insan kanı yüzünden kilometrelerce simsiyah kesildiğini, istiladan aylar sonra bile kan ve insan parçalarının kayganlaştırdığı şehir sokaklarında yürümekte zorlandıklarını yazarlar.

Çin’den, dünyanın geri kalanına öylesine akıl almaz haberler yayılıyordu ki etraftaki ülkelerin hükümdarları bu haberlere inanmayı reddettiler. Bunlardan biri de yeni gelişmelerden sonra Cengiz Han’a komşu olmuş, Müslüman ve Türk bir hükümdar olan Muhammed Harzemşah idi.

Nihayetinde insanlık tarihinin dönüm noktalarından biri geldi çattı. Bir yanda bozkırın vahşi, gaddar, göçebe istilacıları; diğer yanda ise aynı bozkırdan gelen, aynı soyu, aynı kültürü paylaşan ancak 500 yıldır Müslümanlığın ve yerleşik yaşamın hayatlarına egemen olduğu Türkler...

Harzemşah orduları, büyük ölçüde Türklerden ve Müslümanlardan oluşuyordu. Selçukluların varisi ve köklü bir imparatorluktu. Orta Asya’daki şehirleri son derece zengin ve kalabalıktı. Ayrıca bilimin, sanatın ve kültürün hüküm sürdüğü yerlerdi.

Cengiz Han’ın askerleri ise bozkırlarda ölümün, acının, yokluğun içinden gelmiş aç bir kurt sürüsü gibiydi.

Harzemşahlar, kaçınılmaz olanı fazla geciktirmediler ve Moğolların kendi içlerine gönderdikleri “tüccar” görünümlü casus kervanlarını kılıçtan geçirdiler.

Cengiz Han’ın ordularının yola çıktığını haber aldıklarında ise tarihin belki de en yanlış kararını verdiler. Topyekûn bir meydan muharebesi yapmak yerine ordularını parçalara bölüp büyük şehirlere konuşlandırdılar çünkü karşılarında çok hızlı hareket eden bir bozkır ordusu vardı. Harzemşahlar, eğer ordularını Cengiz’in üstüne gönderirlerse bir meydan muharebesi bile görmeden uzun soluklu bir yıpratma savaşına maruz kalacaklarını düşünüyorlardı. Bunun yerine güçlü surların arkasına çekilip fırtınanın geçmesini beklediler.

Bu davranış, Cengiz Han’ın kurtları için bulunmaz bir fırsattı. Bölünmüş düşmanları parça parça yok ettiler. Koca Harzemşah İmparatorluğu, 6 ay içinde yok edildi. Direniş gösteren şehirler yağmalandı. Halkı kılıçtan geçirildi.

Nişabur şehrinde 1 milyon 700 bin kişi öldürüldü.

Ağırlığı Türk olan ve kütüphanelerinde yüz bin cilt kitap olduğu bilinen Merv şehrinde 1 milyon 300 bin kişi öldürüldü.

Herat şehrinde 1 milyon 600 bin kişi öldürüldü.

Göçebe bozkır çocukları, şehirli olmuş eski akrabalarını ve onlara bağlı olan herkesi ayırt etmeden kıyıyordu.

Bu bir ırk savaşı değildi. Bir din savaşı da değildi. Bozkırdan çıkmış kabilelere veya onların akrabalarına saygı göstermek Cengiz Han’ın aklına bile gelmezdi. Hayır, ırk veya soy; din veya kültür kimsenin umurunda bile değildi. Cengiz Han, hâkimiyetini kabul ettirmek için “kendi ulusum” dediği Moğolların bile yarısını öldürtmüştü.

Bugün birçok tarihçi “Cengiz Han Türk müydü, değil miydi?” diye tartışıyorlar. “Bu kadar çok Türk öldürmüş birisi, Türk olamaz,” diyorlar ancak tarih boyunca Türkleri en fazla yine Türklerin öldürdüğünü unutuyorlar.

Türk, Moğol, Hun, Hitay, Kazak, Kırgız, Merkit, Oğuz, Kıpçak… Bunların hepsi bozkırdan çıkmış göçebe savaşçı kabilelerdir ve hepsi aynı ırkın, aynı soyun evlatlarıdır.

Tarihin birçok farklı noktasında bu bozkır çocukları farklı isimlerle anılmıştır. Hiçbir zaman hepsi birden tek bir bayrak altında toplanıp tek bir millet olarak yaşamamıştır. Bu bozkır çocukları, birbiriyle savaşmaya ve benlik davası gütmeye o kadar alışkındır ki hiçbir zaman tek bir millet olamamıştır.

Bugün bile bu durum geçerlidir.

Rusya’da, Yakutistan’da yaşayan bir Yakut’a atasının kim olduğunu sorsanız, “Benim atam Metehan’dır,” diyebilir ancak “Irkın ve milletin nedir?” diye sorulduğu zaman “Türk” demez; “Yakut” der.

Bize şu an Yakutlar ve Moğollar kadar uzak olmayan, iç içe geçtiğimiz Kazaklar’a veya Kırgızlara aynı soruları sorsanız bile hâlen “Türk müyüz? Türkî halk mıyız? Kazak milleti miyiz?” diye tartışırlar.

Bu insanların hepsi birbiriyle akraba olduğunu, aynı bozkırdan çıktıklarını, aynı atalara sahip olduklarını bilir ancak “benlik hevesi” ve kabilecilik o kadar fazladır ki hâlen tek bir millet olabilmiş değillerdir.

Çinliler binlerce yıl boyunca kendi içinde savaştıktan sonra tek bir “Çin ulusu” oldular.

Arap kabileleri Orta Doğu’nun çöllerinde binlerce yıl boyunca birbirini yedikten sonra tek bir Arap ulusu oldular.

Cermenler, daha 1700’lü yıllarda bile yüzlerce farklı devlete bölünmüş yaşıyordu ancak sonunda tek bir Alman ulusu oldular.

Peki, bu göçebe bozkır milleti? Avrasya’nın dört yanında dağılmış ve tarih boyu birbiriyle savaşmış olan bu insanlar, hiçbir zaman tek bir millet olmadılar.

Lakin olacak! Anadolu’da yaşayan sayısız boy ve beylik nasıl ki tek bir Türk milleti olduğunu “geç de olsa” anlamış ve kabul etmişse, Azerbaycan’da yaşayan Türkler nasıl ki yüzlerce yıl boyunca mezhep yüzünden savaştıkları Türkiye’deki Türklerle aynı millet olduğunu anladıysa; zamanı gelecek ve Oğuz, Kazak, Kırgız, Özbek, Uygur, Yakut, Başkurt, Nogay, Tatar, Karakalpak, Tuva, Çuvaş, Hakas, Moğol, Hazara, Gagavuz; hepsi, taşıdıkları boy ve kabile isimlerini unutup tek bir “Türk milleti” olduklarını anlayacak ve kabul edeceklerdir.

Cengiz Han öldüğünde geriye dünyanın en büyük imparatorluğunu bıraktı. İmparatorluk, toprak ve askerî açıdan dünyanın en büyüğüydü ancak verdiği zarar açısından da tarihin ötesine geçmişti.

Cengiz Han zamanında Anadolu’da 3 ila 4 milyon arası Türk bulunduğunu ve bu Türklerin bugünkü 80 milyonluk Türkiye’nin temelini attığını aklınızda bulundurun ve Cengiz Han’ın Harzemşah İmparatorluğu’nda, en az yarısı Türk olan 5 milyon insan öldürdüğünü bir düşünün. Mesele sadece insan kaybı da değil. Türk medeniyetini ilerleten sayısız kütüphane, araştırma merkezi, sanat ve zanaat ocağının da yok edildiğini hesaba katın.

Cengiz Han, yükselen Türk medeniyetine tahayyül edilemez boyutta zarar vermiştir. Dünyanın en büyük askerî dehası olarak takdir edilebilir ve yaptıklarından askerî olarak dersler çıkarılabilir. Ancak bunun haricinde yıkım ve ölümden başka, dünyaya hiçbir şey vermemiştir. Bugünkü Türk evlatları bundan ders almalıdır.

Özellikle milliyetçiler arasında Cengiz Han’ı övmek veya yermek konusunda sonu gelmeyen tartışmalar yapılıyor. Her konuda olduğu gibi bu konuda da birbirimizi yiyoruz lakin bu böyle olmaz. Yapmamız gereken şey tarafgirlik değildir. Bizler geçmişi olduğu gibi kabul edip gelecek için dersler çıkarmalıyız.

Tarih dediğiniz bundan başka nedir ki?

Tarihi değiştirebilir misiniz?

Büyük milletler; tarihlerini okuyan, tarafsızca analiz eden ve geçmişte yaptıkları hataları gelecekte yapmayan milletlerdir. Tarih okuyan bir Türk evladı, atalarının yaptığı büyük işlerle gurur duymalı ancak hatalarını da görüp bunların bir daha tekrarlanmaması için elinden gelen her şeyi yapmaya çabalamalıdır. Sürekli olarak kendi içimizde savaşmamız, birbirimizi daima yememiz ve bugün bile bunların devam etmesi; Türk gençlerini kahreden, geceleyin uykularını kaçıran bir durum olmalıdır. Bu çatışmaların arasında bir taraf tutmak ve bunları devam ettirmek bizim millet olarak en büyük kusurumuzdur.

Tarihini okuyan bir Türk, bugün Türkler arasında devam eden didişmeleri ve ayrışmaları “en büyük ahlaksızlık” olarak görüp bunlardan koşar adım uzaklaşmalıdır. Bizler, ırksal olarak dünyanın en üstün meziyetlerine sahip olabiliriz ancak hatalarımız ve kusurlarımız da bir o kadar büyüktür. Bizler topyekûn bu kusurlarımıza savaş açıp onları yok etmeye çabalamazsak dünyanın en aşağı milletlerinden biri oluruz.

Eğer ki başarırsak, üzerinde yürüdüğümüz yerküre, şüphesiz ki sonsuza kadar bizim olacaktır.

Moğol konusuna geri dönelim.

Cengiz Han’dan sonra bir süre daha topraklarını genişleten Moğollar, tahmin edileceği üzere uzun süre devletlerini ayakta tutamadılar ve birbirlerine düşüp dağıldılar. Bu noktada Moğollardan kopan, Türk tarihine büyük etki eden iki önemli parçadan bahsetmek gerekiyor: Altınordu ve İlhanlılar.

Cengiz Han’ın torunu olan Batuhan, emrindeki Moğol orduları ile birlikte kısa sürede Rusya’yı, Ukrayna’yı, Polonya’yı, Macaristan’ı işgal etti ve üzerine gelen bütün birleşik Avrupa ordularına yok etti. Atilla’dan sonra bir kez daha göçebe atlılar, Berlin ve Viyana önlerinde at koşturuyordu. Bir sonraki hamle olarak İspanya ve İtalya üzerine yürüyecek, Avrupa’nın tamamını zapt edeceklerdi ancak merkezdeki “Han” öldüğü için istilayı durdurdular.

Batuhan’ın otağının üstü altınla kaplı olduğu için daha sonra bağımsız olacak olan bu devlete “Altınordu Devleti” denildi. Altınordu Devleti, zaman içerisinde İslam’a geçti ve bu devlete Kıpçak Türkleri hâkim oldu.

Bunca tarih bilgisinin üstüne Rusya’ya 300 yıl boyunca hâkim olmuş olan bu Müslüman Türk Devleti’ni kimin yıktığını tahmin edebilir misiniz?

Rus isyanları mı? Yoksa Hristiyan istilası mı? Hayır, tabii ki. Yine başka bir Müslüman Türk Devleti olan Timurlular… Bizim bizden başka düşmana ihtiyacımız mı var?

Diğer yandan Orta Doğu’nun medeniyet kırıntılarının sonuncusunu da ortadan kaldıran İlhanlılara da değinmek gerek. Sanılanın aksine İlhanlılar ve Hülagu Han, en büyük katliamları yapmış değildir. Hülagu’nun Bağdat ve Orta Doğu’da öldürdüğü kişi sayısı, Cengiz Han’ın Türkistan’da öldürdüğü kişi sayısından kat kat daha azdır. Bu kadar çok nefret toplamasının sebebi, Bağdat’taki halifeyi öldürerek Arap dünyasının merkezini yakmasıdır.

Objektif bir açıdan tarihe bakarsak, İslam medeniyetinin kalbi o dönem Irak ve Suriye değil, Türkistan ve İran’dı. En büyük Müslüman kıyımı Türkistan ve İran’da oldu. Ancak Müslüman dünyasının zihnini genellikle Araplar şekillendirdiği için Arapların tek sıkıntı gördüğü yer olan Bağdat şehrinin yıkılışını, bütün İslam dünyasının yıkılışı gibi görmek Müslümanlar arasında yaygın bir durumdur.

Arapların Bağdat’ı Moğollara kaptırmaktan başka, Moğollarla ciddi bir savaşı var mıdır?

Moğollarla Türkistan’da savaşan kim? Türkler.

İran’da savaşan kim? Türkler.

Anadolu’da savaşan kim? Türkler.

Suriye ve Filistin’de savaşan kim? Türkler.

En büyük katliamlara uğrayan kim? Yine Türkler.

Lakin ne hikmetse, “Moğolların Müslümanlara etkileri” söz konusu olunca insanların aklına Bağdat’taki ölümler hariç hiçbir şey gelmiyor.

Burada şüphesiz ki kabahat yine bizimdir. Biz Türkler, tarihteki başarılarımızda övünmeyi pek severiz ancak acılarımızı hemen unuturuz ve hiç kimseye duyurmayız.

Bugün bütün Müslüman Türkler, Moğolların Bağdat’ta Müslüman Arapları öldürdüğünü bilir. Peki ya Arap gençler, Türkistan’da katledilen milyonlarca Türk’ü bilir mi?

Bütün Müslüman Türkler, Bağdat kütüphanesinin Moğollar tarafından yakıldığını bilir ancak Araplar, Türkistan’da yakılan onlarca kütüphane ve araştırma merkezini bilmez. Arapları geçtik, bizim Müslüman Türklerin de çoğu bunları bilmez.

Zaten neyi bilir ve duyururuz ki?

Balkan Harbi’nde, Balkan devletleri tarafından katledilen bir milyondan fazla Türk’ü kim bilir? Bilmez ancak uluslararası camiada “Osmanlılar Balkan halklarına eziyet etti,” diye koparılan yaygarayı herkes biliyor. Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Anadolu’da katledilen yüz binlerce Türk’ü hiç kimse bilmez ancak katliamı yapan Ermenilerin ülkeden sürülürken verdiği kayıpları bugün dünyanın birçok ülkesi soykırım olarak tanıyor. Altını defalarca çizmek lazım ki bunun suçlusu biziz. Biz acılarımızı unutan ve duyurmayan bir milletiz. Başkalarının acılarını ise –özellikle de din kardeşlerimizin acılarını– kendi acılarımızdan hep üstün tutarız.

Bu bizim en büyük eksikliklerimizden birisidir.

Velhasıl İlhanlılar, Müslüman Türk dünyasının zarar görmemiş tek yurdu olan Anadolu’yu yakıp yıktılar. Selçukluların yaklaşık iki yüzyılda Anadolu’da inşa ettikleri bilim, sanat ve kültür merkezleri yok edildi ve Anadolu’da beş yüz bine yakın Türk, İlhanlıların idaresi altında katledildi. İlhanlıların Türklere ve dünyaya tek faydası, Alamut Kalesi’ni ve orada mevzilenen Hasan Sabbah’ın radikal terör yapılanmasını yok etmek olmuştur.

Anadolu’da Selçukluların kurduğu kültür ögeleri yok edildiği sırada Türkistan ve İran’dan Anadolu’ya ikinci bir Türk göçü yaşanmış ve Anadolu Türklerin en kalabalık yaşadığı yer hâline gelmiştir.

Moğol etkisi zayıflarken bu bölgede bulunan Türkler yavaş yavaş kendi devletlerini kurmaya başladılar ancak yine de bu devletler birbirinden tamamen ayrı ve birbiriyle savaşan devletlerdi.

Bu dönemde yirmiden fazla devletçik ortaya çıktı ve birbirleriyle mücadele etmeye başladılar. Bu beyliklerin bazıları Anadolu’da 300 yıl boyunca yaşasa da Türk birliğini yeniden sağlamak için sadece 2 önemli aday baş göstermiştir: Karamanoğulları ve Osmanoğulları.

Karamanlılar Selçukluların idari merkezi olan ve Selçuklulara 200 yıldır başkentlik yapan Konya’da kuruldukları için diğer beyliklerden daha avantajlı olarak bu yarışa başladılar. Osmanoğulları’nın avantajı ise Doğu Roma sınırında olmaları ve son derece savaşçı bir yapıya sahip olmalarıdır. Osmanoğulları, Doğu Roma’ya karşı sürekli savaşa çıkıp topraklarını genişlettiler ve “cihat” ruhunu yaşattıkları için Müslüman Türkler arasında büyük prestij kazandılar.

Osmanoğulları, kısa süre içinde Anadolu’nun kuzeybatısını ele geçirdiler ve ilk defa Orhan Bey zamanında Çanakkale üzerinden Avrupa’ya geçtiler. Bu yeni ve dinamik devletin yükseliş devrinde, hemen hemen her yeni padişah, bir öncekinden aldığı toprakları 4-5 kat büyütmüştür.

Beyliğin henüz üçüncü lideri olan Sultan Murat devrinde, Balkanlar’da inanılmaz bir ilerleme gösterildi ve hatta Osmanoğulları, Balkanlarda Anadolu’dan daha geniş topraklara sahip oldu.

Balkanların kısa süre içinde zapt edilip Türkleştirilmesi, dönemin padişahlarının askerî zekâsı ve teşkilat becerileri sayesinde olmuştur. Ayrıca sultanların emrindeki komutanlar son derece becerikli ve sadıktılar. Davalarına büyük bir inançla bağlıydılar ve bu yolda seve seve ölüme koşuyorlardı.

Tarihin bu döneminde çok ilginç iki savaş yaşanmıştır.

Sultan Murat, Çanakkale dolaylarında bir asayiş sorunu ile ilgilenirken yaklaşık 100 bin kişilik bir haçlı ordusu Türk topraklarına girmişti. Sultan kendisi gelene kadar komutanlarından Şahin Paşa’ya haçlı ordusunu yavaşlatma emri verdi. Paşa’nın elinde sadece 12 bin kişilik küçük bir kuvvet vardı. Paşa da kendi emri altında bulunan “Hacı İlbeyi” adındaki bir komutanı, küçük bir akıncı birliği ile birlikte Meriç Nehri’ni tutmakla görevlendirmişti. Lakin Hacı İlbeyi yola çıktığı sırada nehrin çoktan geçilmiş olduğunu gördü. Bu durumu onuruna yediremedi ve Şahin Paşa’nın buyruklarını dinlemeyip bir avuç akıncıyla birlikte Haçlı ordusuna baskın yaptı.

Gece karanlığında kendi üzerine delirmişçesine saldıran akıncıları gören Haçlı ordusu, Türk ordusunun tamamının geldiğini zannederek panik hâlinde kaçmaya başladı ve büyük bir çoğunluğu Meriç Nehri’nde boğuldu. Hacı İlbeyi, 4 bin kişilik akıncı ordusuyla 100 bin kişilik Haçlı ordusunu bir gecede imha etmişti.

Şaşılacak kadar büyük bir zafer değil mi? Hayır, Türklerin yaptığı işlere şaşırmak olmaz. Zira bu insanların lügatinde “imkânsız” kelimesi yer almaz.

Size daha ilgincini de anlatalım. Bu savaştan 7 yıl sonra Sırplar yine padişahın başka bir yerde olmasını fırsat bilerek 70 bin kişilik bir ordu toplayıp Türk topraklarına girdiler. Karşılarında sadece 800 Türk akıncısı vardı. Evet, sadece 800! Bu küçük akıncı birliği, bir gece baskınıyla bu 70 bin kişilik ordunun içine daldı ve yıldırım hızıyla ordunun bütün komutanlarını öldürdü. Darmadağın olan Sırp ordusu panik hâlinde kaçmaya başladı. Akıncılar düşmanlarını Meriç Nehri’ne doğru sürdü ve hepsini imha etti.

Evet, Osmanlı Türkleri bütün bir Bulgaristan’ı, Moldovya’yı, Makedonya’yı ve Sırbistan’ı 7 yıl arayla ölüme korkusuzca atılan bu 4800 asker sayesinde kazandı desek abartmış olmayız. Sırplar, bu iki büyük mağlubiyetten sonra bir daha büyük bir ordu toparlayamamış ve yavaş yavaş eriyip tükenmişlerdir. Lakin yine de Sırp Krallığı tarihe gömülürken savaş meydanında yapamadıklarını hile ile yaptılar ve Sultan Murat’tan intikamlarını aldılar. Kosova Savaşı sırasında Sultan Murat bir Sırp tarafından hançerlenerek öldürüldü.

Tam da bu noktada, Türk tarihinin geleceğini şekillendirecek bir olay oldu.

Yüzlerce hatta binlerce yıl boyunca bir Türk hükümdarı ölünce geride kalan evlatları başa geçmek için savaşır ve devlet zayıflardı. Binlerce insan ölür, savaş üstüne savaş yapılır ve hatta çoğu zaman devletler paramparça olurdu. Türk kanı su gibi akardı. Bu sefer öyle olmadı. Sultan Murat’ın oğlu Bayezid, babasının çadırında sultan ilan edildiğinde ilk emri derhâl kardeşinin öldürülmesi oldu. Böylece devletin birliğine zeval gelmeden ve uzun süren savaşlar yaşanmadan sadece tek bir kişinin ölümüyle sultan değişmiş oldu.

İnsani açıdan olaya bakarsak bu durum bir vahşet, bir cinayet ve akıl almaz bir gaddarlık gibi görülebilir. Hatta bugünün gözüyle tarihe bakan birçok kişi, Türk tarihinin bu dönemini bu yüzden eleştirirler. Lakin dürüst olalım, Göktürkler gibi ülkeyi bölseler daha mı iyi olacaktı? Tarihin hemen her döneminde liderlik için kavgalar olmuştur. Bu işin içine de hemen her zaman kan girmiştir. Günümüzde bile iktidarlar kendilerini korumak için doğrudan veya dolaylı olarak cinayetler işlemektedir. Esasında çoğu zamanlar mesele iktidar da değildir. Devletin birliği ve bütünlüğü için cana kıymak, yufka yüreklilerin kaldıramayacağı bir sorumluluktur. Tarihte, tek bir insana kıyılmadığı için hayatını kaybeden yüz binlerce insan olmuştur. Osmanoğulları’na kadar Türkler daima liderlik için savaşmış, bu yüzden onlarca devletimiz parçalanıp yok olmuş ve sayısız kan dökülmüştür. Bu açıdan bakarsak Osmanoğulları idaresindeki Türk İmparatorluğu’nu, tarihteki en istikrarlı ve uzun süreli Türk Devleti olarak görebiliriz. Bunu da hiç şüphesiz ki saraydaki ölümlere borçluyuz.

Elbette Osmanoğulları döneminde de bunun istisnaları oldu. Bazen bu sistem tam olarak uygulanamadı ve çok kan döküldü. Örneğin Kanuni’nin oğulları Şehzade Sarı Selim ve Şehzade Bayezid, Konya Ovası’nda birbirlerine karşı savaşmışlardır ve sadece bu savaşta bile binlerce Türk ölmüştür. Olaya şahsi açıdan bakarsak kardeş katli vahşettir ancak devlet açısından bakarsak, 600 yıllık Osmanoğlu Hanedanı boyunca Türk İmparatorluğu döneminde ölen şehzade sayısı, sadece Konya Ovası’nda yapılan tek bir iç savaşta ölen kişi sayısının binde birinden daha azdır.

Ölen şehzadeler için içimiz kan ağlasa da Türk tarihine genel olarak baktığımızda o dönem için devletin birliği ve milletin refahı için yapılması gereken acı gerçek buydu. Metehan, babasını ve kardeşini öldürerek nasıl ki Türk milletinin birliğini ve beraberliğini sağladıysa, nasıl ki Türk Devleti’nin geleceğini garanti altına aldıysa, nasıl ki Türk düşmanlarını bu sayede yenmeyi başardıysa ve hiç kimse çıkıp da bizim bugün burada yaşamamızı sağlayan Metehan’ı Türk düşmanlığıyla veya insanlık dışı olmakla suçlayamazsa; Osmanoğulları dönemindeki bu olaylara da bu gözle bakmak zorundayız.

Bayezid, çok hızlı hareket ettiği için “yıldırım” lakabıyla tanındı. Onun devrinde hem Balkanlar’ın çoğu fethedilmiş hem de Anadolu’daki Türk beyliklerinin çoğu egemenlik altına alınmıştı.

Eğer böyle devam etseydi, Osmanoğulları’nın yönettiği Türk Devleti çok daha erken bir zamanda büyük bir imparatorluğa dönüşebilirdi ancak olmadı. Tarihte birçok kere olduğu gibi yine bir Türk Devleti’nin yükselişini başka bir Türk Devleti engelledi.

Türkistan’da doğan ve çelik gibi bir yüreğe sahip olan Timur, insanlık tarihinde onlarca savaşa girip de hiçbir savaşı kaybetmeyen birkaç nadir mareşalden birisidir. Kısa süre içerisinde bütün Türkistan’ı, İran’ı, Orta Doğu’yu, Kuzey Hindistan’ı ve nihayet Anadolu’yu ele geçirmiştir.

Her iki devlet de Türk ve İslam dünyasının tek hâkimi olmak istiyordu. Timur Devleti ile Anadolu hâkimiyetini yeni edinmiş olan Osmanoğulları Devleti sınırdaş olunca kaçınılmaz olarak sınır problemleri çıktı. İkisi de sınır bölgelerini yeni ele geçirmişti ve buralarda hükmünü elinden aldıkları yerel beyler karşı tarafa sığınıp yardım dilemişlerdi. Karşılıklı olarak yapılan talepler doğal olarak restleşmeye dönüştü.

Nihayetinde kaçınılmaz olan gerçekleşti ve tarihin en büyük Türk iç savaşlarından birisi böylece başlamış oldu. Anadolu’nun göbeğinde yaşanan Ankara Savaşı’nda 250 bine yakın Türk askeri birbirini mağlup etmek için kıyasıya savaştılar ve nihayetinde Yıldırım Bayezid esir düştü. Esaret altındayken de hayatını kaybetti. Timur da Anadolu’da işi bittikten birkaç sene sonra Çin üzerine sefere çıktığı esnada hayatını kaybetti.

Bu iç savaş üzerinde fazla durmuyoruz çünkü Türk tarihinin büyük bir çoğunluğu maalesef iç savaşlarla geçmiştir. Nihayetinde her iki devletin lideri de bu savaştan kısa süre sonra hayatını kaybetmiş ve iki devlet de zayıflayıp bölünmüştür. Osmanoğulları’nın daha sonra kendisini toparlamasından bahsedeceğiz lakin söz konusu Timur’a gelmişken uzun uzun üzerinde durmamız gereken çok önemli bir nokta da var. O da Timur’un torunu olan Uluğ Bey’dir.